18 Ağustos 2015 Salı

Zaman Değişkeni (Bölüm 2)


                                                      Astro

"Bunun eninde sonunda geleceğini biliyordun Max! Bana neden yalan söyledin?"
Küçük bir oda olan başkanın odası her zamanki güzelliğiyle görenleri büyülüyordu. Odanın 4 köşesine de asılmış eşsiz tablolar, uzay motifleriyle kaplı döşemeler, içerinin havasını bütünleştiren masa ve koltuklarla bu oda Uzay merkezinin en güzel odalarından biriydi. Başkan Max' in karşısında eli belinde duran yardımcısı Jane çok sinirliydi.

"Jane sen benim için çok değerlisin anlıyor musun? Bu proje şu ana kadar yaptıklarımın arasında en tehlikelisi. Bu yüzden seni oraya gönderemem."

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Bu proje için yıllardır bekliyorum. Her türlü deneyi yaptık tehlikeli olmadığını kendin de gördün. Şimdi 1 hafta kala beni projeden atılmaya mı karar verdin?"

"Bak Jane beni anladığını sanmıyorum. Bunun senin için önemli olduğunun farkındayım. Fakat beni de anlaman gerek. Herhangi bir hatada seni bir daha görememe ihtimalim var. Ve ben senin yanımda olmanı istiyorum."

Oturduğu deri koltuktan kalktı ve masanın karşısında durmakta olan Jane' in yanına geldi ve elini tuttu. 

"Bırakalım da başkası bizim için yapsın bunu Jane. Biz projenin mimarlarıyız denekleri değil."
"Bu yaptığına pişman olacaksın Max. Proje başarısız olursa sen rezil olacaksın! Hem benden başka kimi gönderebileceğini sanıyorsun ki?"
"Aklımda birileri var. Senin kadar önemli olmayan birileri. Ben o kişiyle konuşana kadar kimseye bir şey söyleme. Çünkü göndereceğim kişinin de bundan haberi olmayacak."

****

"Bağlanmaya son 30 saniye. Kontrol paneli 1 aktif."
Astro istasyona yaklaştıklarında yönlendirme işini Nova'ya bıraktı. 
"Biraz antrenman yapsam iyi olur yoksa sana bağımlı olup kalacağım dostum."

Ekranı sağa doğru çekip büyük camdan istasyona baktı Nova. Kontrol panelini tuttu ve hafif sağ ve aşağı yaparak mekiğin arka kısmını istasyona doğru çevirdi. Camdan yansıyan hologramı takip ederek yaklaşmaya başladı. Bir yandan da eli tutacakları etkinleştirecek kırmızı tuşun üzerindeydi. 

"Hız sabitleyici aktif. Biraz sol yapmanı tavsiye ederim."
"Bana bırak seni bilmiş!"
Kontrol çubuğunu tuttu ve biraz daha sol yaptı. Havada uçuşan terleri iteleyerek kırmızı tuşa bastı. 
"Birleşme başarısız. Sana sol yap demiştim."
"Deniyorum, deniyorum."

Bu kez daha dikkatli davrandı. Hafifçe geri giden mekiği ileri itti. Santimleri hesaplayan ekrana baktı. Kolu sabit tutarak dümdüz ilerledi ve sabitleme kancaları değince düğmeye bastı. Ufak bir takırtı geldi ve birleşmeyi onaylayan ses geldi.
"Birleşme tamamlandı."
"Ohh! Bunu sık sık yapmalıyım, sen ölürsen park işlerini kim yapacak?"
"Birincisi bana kullandığın ifadede geçen ölmek benim donanım açısından..."
"Şaka nedir bilmez misin sen be? Ölmekten kastım elektriğinin bitmesi ya da bir kaç devrenin yanması olabilir. Ki bedeni olmayan bir cihaz olduğun için sağlığına kavuşman tamamen bana kalmış olur dostum. Üzgünüm."

Bir süre havada öylece bekledi. Derin düşüncelere daldı. İstasyona girmeden önce merkezle yaptığı son konuşma geldi aklına. Son konuşmada ilginç şeyler yaşanmıştı çünkü. Güvenlik şefinin yaptığı şaka bir anda ortalığı soğutmuştu. 

"Astro bana zeki olduğunu söylemiştin değil mi? Beynin olmasa da işe yarayabilirsin."
"Söylemiştim Nova. İnsan beyninin kontrol mekanizmasını elinde bulunduran, her türlü darbeye karşı korunaklı, sinirsel yapısı son yapılan çalışmalarda açıklanabilmesine rağmen hala karmaşık olan, 2 loba bölünmüş olup iki lobununda insan vücudunun farklı noktalarını yönettiği bilinen, sol lobu..."

"Şunu uzatmadan beyin diyemez miydin yani? Anladık beynin yok. Ama zekisin. Peki madem zekisin bana Frank' in sözlerinden sonra merkezin neden bir anda sus pus olduğunu ve yayının kapandıgını söyleyebilir misin? Frank Işık hızıyla ilgili ne demek istedi?"

"Hiç bir fikrim yok. Şaka yapmış olmalı. Bunu kafana takmamanı tavsiye ederim. Uzaya araştırma amaçlı geldiğini unutma. Son yapılan araştırmalara göre ışık hızına erişebilmek için gerekli doğal ya da yapay olmak üzere ikiye ayrılan, ortam, kuvvet formülü, gerekli malzeme niteliği, kimyasal bileşimler, fiziksel makina gerekliliği gibi..."
"Ben istasyona kaçıyorum, oraya bağlanıp devamını istasyondakilere anlatırsın."
Kendini arkaya doğru itti ve kontrol odasını koridora bağlayan kapıyı açtı. Hopörlörden gelen inatçı karmaşık terimleri duymazdan geldi. Ufak bir hava akımı içeriye girdi.

Koridordaki tutacakları tutarak aşağıdaki malzeme odasına giden kapağı da geçerek ana odaya ulaştı. Bu oda mekikte bulunan en büyük odaydı ve birden çok astronotun seyahati hesaba katılarak yapılmıştı. Odanın altında tuvaletler ve spor odası vardı. Hemen karşısındaki odadaysa birleşme kapağı vardı. 

Kapağın yanında tuş takımı vardı. Kapıyı açacak olan MT56YS şifresini girdi. Bu şifrenin neyle ilgili olduğunu o da bilmiyordu. Max her seferinde farklı bir şifre atardı mekiklere. Ardından kolu döndürdü ve kapak açıldı. 

Onu karşılamaya gelen yoktu.
Bölüm sonu


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Zaman Değişkeni (Bölüm 1)

                 
                                   
                                                                 Kalkış


"Kalkış için geri sayım başladı; 60 59 58..."
Sanal astronun insansı sesi eşliğinde mekikteki yerine iyice yerleşti. Kemerinin her bölümünü tekrar tekrar kontrol etti. Suratında oluşan boncuk boncuk terleri elinin kenarıyla sildi. Yaşadığı stresi 37 yıllık ömrü boyunca hiç yaşamamıştı. Mekiğin kalkışı, simülasyonda yaşadığı deneyimle hemen hemen aynıydı aslında. Tek fark bu kez bir simülasyonda değildi ve bu, kalbinin yerinden fırlayacak gibi olmasına neden oluyordu.

Önüne sıralanmış karmaşık kontrol panelleri ve dev ekranda yer alan göstergelere baktı. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Ana motor ve 3 yan motorun ateşleme sistemi düzgün işliyordu. Aşırı ısıya dayanıklı malzemeyle kaplı motor 189 dereceydi ve ısı her saniye yükselmekteydi. Ateşleme olduğunda ise bu ısı doruk noktasına ulaşacaktı.

"Astro ekrana merkezi gönder!"
Sol üstündeki ufak kutudan yanıt hızlı geldi.
"Gönderildi!"

Daire şeklinde dizayn edilmiş merkezde çevreyi bilgisayarın başına gömülmekten fıtık olmak üzere olan teknisyenler, ortada ise başkan, başkan yardımcısı ve ayakta olan bitene anlam vermekte zorlanıyormuş gibi duran güvenlik şefi vardı. Teknisyenler tartışıyor, ekranda gördükleri en ufak şeyi en yakınındakine gösteriyordu. Hepsinin ortasında yaşının verdiği kırışıklıklara rağmen her zaman dinç duran başkan tecrübeli bakışlarındaki şüpheyle birlikte önündeki ekrana bakıyordu.Onun da stres altında olduğu her halinden belliydi. Onun yanındaki yardımcıysa durumdan hiç hoşnut değilmişçesine duruyor, kendini beğenmiş bir tiple ekrana doğru dudak büküyordu.

"Hoşnut olması için bir neden yok tabi." dedi hafif bir gülümsemeyle.

"30 29 28..."
"Astro görüntüyü kaldır."
"Kaldırıldı."

Suratındaki hoşnutlukla sesin geldiği hopörlere baktı.
"Her zaman bu kadar hızlı olmak zorunda mısın Astro?"
Kulaklarının algılamakta zorlandığı bir hızda cevap geldi kutudan:
"Ben hızlı ve zeki olmak için tasarlandım Nova. Ayrıca 20 saniye sonra gerçek hız neymiş göreceksin zaten."
Suratındaki gülümseme yerini sinirli bir hale hemen ardından da dehşet dolu bir ifadeye bıraktı. Koltuğa iyice yapıştı.
İşaret parmağını suçlarcasına kaldırdı. Ardından indirdi.
"Neyle tartışmak üzere olduğuma inanamıyorum. Salak robot! Ya da bilgisayar her neysen! Nesin sen?"
"Ne istersen oyum ben dostum."

Gergin bir bekleyişe döndü. Kontrol ekranına yeniden baktı. Isı 290 dereceyi gösteriyordu.
Arkasına iyice yaslandı ve geri sayımı kalp atışlarının gürültüsü eşliğinde  dinlemeye başladı;
"10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 Ateşlendi."

Bir anlık havada asılı kalma hissinin ardından müthiş bir hızla yükselmeye başladı. Sıcaklık buradan bile hissediliyordu sanki. Hız göstergesine baktı. 150 307 578... Hız inanılmazdı.
Sağ tarafındaki camın arkasındaki engeli kaldırmamak için kendini zor tutuyordu. Bunu yapmak demek yılların eğitimini hiçe sayıp bir anda ölmek demekti. Engelin kaldırılmasıyla aşırı ısınan cam saniyeler içinde erir Nova da atmosferi geçtikten kısa süre sonra ölürdü.
"Ufak bir manzara için ölmeye değmez."
Yerine iyice yapışıp yerçekimsiz ortama geçmeyi bekledi. Kalbi hala aşırı kan pompalamaya devam ediyordu.

"Yedek motorlar atılıyor! Atıldı."

Mekik şiddetle sarsılmaya başladı. Yerleştiği koltukta aynı şekilde sağa sola sallanıyordu. Ekrandaki göstergeden hızın 3500 km olduğunu görebiliyordu.
Atmosferden çıktıklarına dair uyarı ekranı geldiğinde vücudu havalanmak istercesine kemerini sıkıştıyordu.

"Sonunda."

Arka taraftaki mıknatıs sistemine bağlı büyük kemerin mıknatıslarını kapatarak yukarı itti. Ardından karnına bağlanmış ince kemeri de aynı şekilde açtı ve serbest kaldı. Hafifce havalanıp ana ekranın yanındaki tutacaklara tutundu.
Her şey olması gerektiği gibiydi. Ekranın arkasındaki camdan istasyon görünüyordu.

"İstasyonla aramızdaki mesafe nedir?"
"19.000 km mesafedeyiz. Tam olarak 1 saat 16 dakika sonra tutunacağız."
Bu sırada ekranda merkez belirdi. Bu kez herkes ekrana değil ona bakıyordu. Sonra herkes bir anda alkışlamaya başladı, yani başkan yardımcısı hariç herkes. Güvenlik şefi bile memnun bir tavırla alkışlıyordu.

Başkan hoşnut bir ifadeyle bakıyordu.
"Hey Nova orda havalar nasıl?"
"Havalar gayet iyi Max. Tek sorunumuz burada hava yok."
Başkan zoraki bir gülümsemeyle eşlik etti Novaya. Hala tedirgin bir hali vardı.
"Her şey çok güzel işledi. Bunun için astroya teşekkür etmelisin. Duyduğuma göre aranız pek iyi değilmiş.
"Gördüğüm en akıllı bilgisayar. Ama fazlasıyla bilmiş."
"Hey! Bunu duydum."

Herkes mutlu gibiydi.
Güvenlik şefi Frank de çok heyecanlıydı. Yıllarca uzaya giden birisini görmek için emekli olmamıştı.
"Nova sonunda gidebildin dostum. Seni havalanırken görmeseydim gözüm açık giderdim!"
"Beni gördüğüne göre emekliye ayrılabilirsin artık Frank. Gereğinden fazla çalıştın."
Frank herkesin şaşkın bakışları altında, çocuksu bir suratla Novanın kaderini değiştirecek bir şeyi ağzından kaçırdı;
"Seni ışık hızındayken görmeden ayrılmam dostum!"

8 Mart 2015 Pazar

Göktengelenler





                                                                
                                                             Bölüm 1


Göğü yaran bir ışıkla birlikte gölde yansıyan görüntü her zamanki dehşet vericiliğini koruyordu. Sargoth’ un laneti bekçilerin üzerine puslu bir dehşetle iniyordu. Işık yavaş yavaş solduğunda Bekçibaşının gür sesi duyuldu.


" Bekçiler! Ateş serbest!"

Ön sıralardan fırlayan alev yağmuru ruhgölünün dehşetengiz görüntüsünü örtmede pek de yardımcı olmuyordu. Göktengelenler tek tek devrilmeye başladığında saldırma sırası da onlardaydı.

" Kromanu makkaross !"

İnsanların sırrını hala çözemediği bu ilginç dilde bu emir göktengelenlere saldırmalarını emrediyordu. Göktengelenler atağa kalktığında olağanüstü hızlarıyla bekçi sıralarına ulaşmışlardı bile. Korkuyla karışık tiksinme duygusu tüm safları tek tek dolaşıyordu. Son bir ok yağmurunun ardından düşen göktengelenlerin üzerinden atlayan ırkdaşları mızrakların savaşa katılmasıyla bir bir dökülmeye başladı. Ön saflara saldıran yaratıklar keskin ve zehirli tırnaklarıyla bazı bekçileri öldürmeye başlamıştı bile.

" Sence bu saldırılara daha ne kadar dayanabiliriz usta?" diye sormuştu Will Sargoth' un yüksek surlarında.

" Sargoth düşene ve insanlık bitene kadar evlat. Sonsuzluktan gelip sonsuzluğa gider bu varlıklar. İnsan gücü şimdilik bunların çok çok üstünde fakat bu her an değişebilir."

Son göktengelen de öldüğünde bekçi başı zaferi ilan etmişti. Korkudan dili tutulmak üzere olan mızrakçılar yere yatmış göğüslerinden fırlamak istercesine atan kalplerini sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

" Sayımcılar sayımı başlatın! "

Sayımcılar her zamanki gibi göktengelen sayısını 267 olarak ilan etti. Ölen bekçi sayısı ise 18 idi. Bu her zamankinden daha fazla bekçinin ölmüş olduğu anlamına geliyordu.

" Hadi will yatma zamanı. Yarın büyük gün ne de olsa. "

***

Sargoth un efsanevi görüntüsüyle birleşen güneş şölen havasına yaraşır bir şekilde parlıyordu. Will her zamanki gibi erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlıyordu. Bugün şölen günüydü ve askerler hariç herkes bugün tatilin tadını çıkarıyordu. Tabi okçubaşının çırağı olarak onun tatil gibi bir lüksü yoktu. Kahvaltının ardından okçubaşı kıyafetiyle dışarı çıkan John ona talim emri vermişti ve bu yapılması zorunlu bir görevdi. John kurallar konusunda taviz vermeyen bir adamdı.

Ona özel olarak yapılan Kısa yayıyla talime başlayan Will her zamanki gibi oflayıp pufluyordu. Bugün şölen günüydü ve o hariç bütün çocuklar dışarıda oyun oynuyordu. Şölen tam anlamıyla saat ikide başlayacak ve kral saat üçte bu bölgeye yani dikbayıra gelecekti. İnsanlara bölgelerine göre saat verilmişti böylece herkes kralı kendi bölgelerindeyken görme şansına erişecekti. Aslında kral bu bölgeye gelmemeyi düşünüyordu fakat okçubaşının rütbesi buraya gelmesini mecbur kılıyordu. Okçubaşı saray çevresinde yaşamak varken bu fakir bölgede ne halt ediyordu? John bazen fazla mütevazı oluyordu doğrusu.

Will yeterince atış yaptığına kanaat getirip kendini sokağa attığında çalan çan saatin bir’ e geldiğini söylüyordu bu da ustası gelmeden önce yaklaşık bir saati var demekti. İleride bölge kasabı Deli Martin vardı ve yanından geçerken selam verdi. Ustasının selam vermek konusundaki katı kuralları onu buna zorluyordu. Martin bölgede sevilmeyen bir adamdı ve bazıları onun bozuk et sattığını ileri sürüyordu. Bu pek çok kez olmuştu ve denetlemeye gelen adamlar her zaman suçlamaların asılsız olduğunu söyleyip insanları azarlamışlardı. Tabi Will Martin' in adamların cebini doldurduğundan şüpheleniyordu. Hemen ileride fırın vardı ve fırıncının oğlu Ray elindeki topu fırın duvarına atıp tekrar eline alıyordu.

" Naber Ray? Canın sıkkın gibi? "

" Babam çocuklara katılmama izin vermiyor. Bıktım artık şölen gününde de çalıştırıyor beni! "

Fırıncı da aynı ustası gibi katı kuralları olan bir adamdı ama iyi bir insandı.

" Onunla konuşmamı ister misin? "

" Bunu yapar mısın will? "

" Tabi neden olmasın ?"

Okçubaşının çırağı olmak bu gibi durumlarda işe yarayabilirdi. Bazen okçubaşının bölgebeyinden bile daha sözü geçen bir adam olduğu söylenirdi ve John gibi bir adamın çırağı olarak o da bu havayı gerektiği zaman kullanmıyor değildi. İçeri girmesiyle çıkması bir olan Will Ray' e müjdeli haberi getirdiğinde Çocuk mutluluktan havalara uçuyordu.

" İzin aldığımıza göre dönen fıçıya gitmeye ne dersin? "

" Yuppii derim! "

Dönen fıçı bu bölgenin belki de tek meşhur yanıydı. Büyükçe bir fıçının içine giren çocuklar fıçıyı döndüren mekanizma sayesinde en az dünden kalma bir hale gelecek kadar dönüyordu. Aletin heyecanıyla zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Will çan sesiyle hemen evine koştu ve kapı eşiğinde onu sinirli bir yüz bekliyordu.

" Neredeydin Will? "

"Ray ile birlikte dönen fıçıdaydık. "

"Dönen fıçı mı? Will artık çocuk gibi davranmayı vazgeçsen iyi olur. 15 yaşına geldin ve 2 senedir çırağımsın babanın son sözlerini unutmasan iyi edersin. "

İşte bu Will için yeterdi de artardı bile. Babasının son sözleri... Will in her zaman kendisi gibi okçu birliğinin komutanı olmasını ve okçubaşının yanında eğitim almasını istemişti. John un en yakın arkadaşlarından biri olduğu için de yıllar önce çıkan bir savaş sırasında ölmek üzereyken Johndan Will' e eğitim vermesini istemişti.

" Özür dilerim usta bir daha olmaz. "

" Her neyse üstünü değiştirsen iyi olur. Birazdan kral buraya gelmiş olur.

Kral görkemli kıyafetiyle bölgeye adımını attığında insanlar evlerinin önünde kralı bekliyordu. Kral bu geleneği alçakgönüllülükle sürdüren belki de ilk kişiydi. Diğer krallar gibi kibirli olmayan Saradis halkını hevesle selamlıyordu. Uzun boyu ve kaslı gövdesiyle herkesi büyülüyordu. Beklendiği üzere John ve Will in yanına geldiğinde muhafızlarına durmalarını emretti.

" Okçubaşı! "

" Kralım. "

Birbirlerini selamlarken Sargoth kurallarınca sadece rütbelerini söylüyorlardı.

" Okçubaşının çırağı! "

" Kralım. "

Beceriksizce eğilen Will hayatında ikinci kez kralı görüyordu. İki yıllık çıraklığı hayatını derinden değiştirmişti.

“Sana her zamanki gibi saray çevresine taşınma teklifiyle geldim John. Bilirsin seni severim. Burada saraydan uzakta yaşıyor olman hepimizi üzüyor. "

" Kralım üzülerek teklifinizi yine reddetmek zorundayım. Ben okçubaşı olarak kendimi sizin yakınlığınıza layık hissetmediğim sürece burada yaşamak zorundayım efendim. Eğer kendimi buna layık hissedersem sizin yanınızda biteceğime şüpheniz olmasın efendim."

" Sen bilirsin John. Sana iyi şölenler dilerim. Bu arada şu katı kurallarından çıkıp artık içmeye başlamanın da vaktidir. Böyle bir fırsat yılda bir kere yakalanır ve kralın olarak bugün sana içmeni emrediyorum. "

" Emriniz kanundur majesteleri. Az da olsa içeceğime emin olabilirsiniz. "

" Güzel. Ya sen nasılsın çırak? Ustan artık yaşlandığına göre her an onun yerine geçmeye hazır olmalısın. "

" Çok iyiyim efendim. Sizi gören gözlerim siz gidince bakmaya değer başka ne bulabilir bilmiyorum. "

" Aferin çırak. Ustandan nezaketi çok iyi öğrenmişsin. Ustanın içip içmediğini seneye geldiğimde öğreneceğim ona göre. “Devam! "


Kral dolaşmaya devam ederken Will ustasının kralın emrini yerine getirip getirmeyeceğini merak ediyordu.

15 Şubat 2015 Pazar

Saradis' in ordusu

                                                         
                                                     Saradis’ in ordusu

Kalkanlar yukarı!

Oklar yağmur gibi yağmaya başladığında Lord Saradis ilk emrini vermişti ordusuna. Gerçi buna ordu diyebilmek de büyük cesaret isterdi doğrusu. Saradis’ in ordusu toplamda 50 eğitimsiz cüceden oluşuyordu. Böyle bir ordunun komutanı olmak hayatının en utanç verici şeyi değilmiş gibi şimdi de bir grup vahşi insan tarafından kuşatmaya alınmışlardı. Şans bu ki ilk talimde kalkan kullanmasını öğretmişti onlara. Yoksa anında ölebilirlerdi.

Okların vızıltısı eşliğinde vahşilerin sayısını öğrenmeye çalışıyordu. Sanırım onları 3 yönden kuşatmışlardı. Düşmana kısaca göz attı ve yaklaşık 40 kişi saydı. Tabi bir grup çaylak cüceye bu şekilde az adamla ve dikkatsizce saldırmaları kendilerine olan güvenlerini ortaya koyuyordu.

Saradis savaş için çok büyük eğitimler almış özel bir liderdi. Onun liderliğinde her ordu savaş meydanından sürülmüştü. Ama bu cücelerle pek de fazla şansı olmadığını düşünüyordu.

Cüceler! Birbirinize iyice sokulun!
Beceriksizce emirleri yerine getirmeye çalışan cüceler bir süre sonra birbirlerine iyice sokulmuş ve kalkanları daha da sıkı tutmaya başlamışlardı.

İnsanlar okları hemen ilerideki bir tepeden üç yönden gönderiyorlardı. Bu durumda yapılması gereken bu düzeni bozmadan vahşilerin ortasına kadar girip iğneleme taktiği uygulamaktı. Bu taktik bu tarz deneyimsiz orduların yapabileceği en iyi taktikti. Kalkanların arasından saplanan mızraklar vahşilerin güçsüz zırhlarını anında delebilirdi.

En öndekiler kalkanları sıkı tutun. Orta saf mızrakları elinize alın. Düzeni bozmadan ilerlemeye başlayın!

Grubun en arkasında olan Saradis cücelerin düzeni bozmaması için dua ediyordu. Gördüğü kadarıyla en öndekiler kalkanları sabit tutamıyordu ve uygun adımda yürümüyorlardı. Mesafe gitgide azalıyordu. Bunu yapabilirlerdi.

Oklar bir kez daha gönderildiğinde telaşa kapılan bir cüce düzeni bozmuş ve kalkanını düşürdüğü anda karnına isabet eden bir okla yere devrilmişti. Grup iyice telaşa kapılmıştı.

Bir sonraki ok yağmuruyla birlikte en ön grup artık kalkanları tutamaz hale gelmişti ve 3 cüce daha vahşilerin okuyla düşmüştü.

En öndekiler durun! Orta grup öndekilerle yer değiştirin. Acele edin, düzeni bozmayın!
Böyle bir emri düzgün bir şekilde yapmalarını beklemeyen Saradis cüceler emri yerine getirdiğinde şaşırmıştı doğrusu. Daha ilk talimde bu hareketi yapmak hem zor hem de çok tehlikeliydi. Düzen değiştiğinde ön grup artık daha sağlamdı ve gitgide vahşilere yaklaşmışlardı.

Artık düşmanla burun buruna olan Saradis’ in ordusu son emri bekliyor ve iyice heyecanlanıyordu.

Orta grup mızrakları alın. Kalkanları aralayın. Şişleyin şu lanet vahşileri!
Bir anda şaha kalkan ordu büyük bir heyecanla mızrakları savurmaya başlamıştı. Elinde yakın dövüş için hançerden başka bir şeyi olmayan vahşiler teker teker yere devriliyordu. Kalkanları tekmeliyor, mızrakların doldurduğu boşluklara hançerlerini saplamaya çalışıyordu. Yaklaşık 15 kişi daha savaştan düştüğünde yapacak bir şeylerinin olmadığını fark eden vahşiler kaçmaya başlamıştı bile. Lord Saradis de savaş alanına girdiğinde geride kalan birkaç vahşi Saradis’ in keskin kılıcı tarafından öldürülmüştü.

Bu hikaye yıllardır her talimde cücelere anlatılır. Umudunuzu kaybetmeden birlik içinde savaşmalısınız denir cücelere. Yanında savaştığın kardeşine güvenirsen eğer savaşı kazanamaman için bir sebep yok! Eğer şu tepeden yıllar önce olduğu gibi bir vahşi grubu gelir ve bize oklar yağdırmaya başlarsa artık ne yapmanız gerektiğinizi biliyorsunuz!


                                                             - SON -

6 Ocak 2015 Salı

Guardian (Bölüm 2)


                                              Bölüm 2

Barney bu çocuğa gıcık olmuştu. Onu korumak zorunda olmasa anında çekip giderdi ama görevi buydu ve bunu yapmak zorundaydı.

Çocuğun adını henüz bilmiyordu. Kıvırcık kahverengi saçlarının bir kısmı yüzüne düşmüştü gözleri de saçları gibi kahverengiydiler. 12 yaşlarında gözüküyordu ve yaşına göre oldukça cesurdu. Son bir haftadır geceleri tüm korkunç ve karanlık yerleri geçmişti. Fakat Barney cesaretin ardındaki korkuyu görüyordu. Amacını bilmese de içinden bu saçma davranan çocuğu korumak gelmiyordu.

Çocuk etrafına baktıktan sonra ağır ağır mağaraya girdi. Mağara dağın alçak bir kısmında olduğundan çıkması kolaydı ve Barney kolaylıkla dağa tırmandı. Dağın en altından bile gözüken mağara yakından daha bir genişti. Barney 5-6 metre genişliğindeki mağaraya daha önce de gelmişti. Vampirler arada buraya uğrarlardı bu nedenle 2-3 kere daha gelmişti.

Mağarayı çok iyi biliyordu. İleride bir metrelik dört ve iki metrelik bir kol olmak üzeri toplam beş kola ayrılıyordu fakat bu kollarda sürünerek ilerlemek zorundaydınız. Tavanları çok alçak olan kollar vampirlere bir tek savaşma şansını veriyordu. Bu nedenle genelde buraya saldırırlardı.

Mağaranın girişinde sol köşede durdu ve kendini gölgelerin arasına saklayıp çocuğu izlemeye koyuldu. Yavaş yavaş da olsa ilerleyen çocuk durunca Barney yayına uzandı. Eline alıp kirişini gerdiği yaya bir ok akıp beklemeye koyuldu.

Çocuk arkasına dönerken Barney yılların eğitimi sayesinde hareket etmeden bekledi. Başkası olsa daha geri çekilmeye çalışırdı ki bu büyük bir hata olurdu. Bu karanlıkta çocuğun Barney’i görmesi imkansızdı fakat hareket ederse bu hareket fark edilebilirdi. Çocuk yeniden ilerlemeye başlayınca karanlıkta kayboldu. Barney etrafa göz attıktan sonra çocuğun peşinden karanlığa adımını attı. Henüz beş, altı adım atmıştı ki çocuk yeniden durdu. Bunun üzerine Barney kenardaki taş çıkıntısının ardına saklandı ve beklemeye başladı.

Bu kez Barney'in hayatını kurtaran ay ışığı olmuştu. İçerisi çok karanlık olmasına rağmen ay ışığının düşürdüğü gölge fark ediliyordu. Çünkü hareket eden tek gölge oydu.

Barney arkasını döndüğünde tahminlerinde haklı çıktığını -gölgenin sahibinin vampir olduğunu- ve tam zamanında döndüğünü anladı. Çünkü vampirin geniş kabzasından çıkan küçük üçgen şeklindeki bıçağından son anda kurtulmuştu.

Hızla düşünmeye başladı. Çocuğun onu görmemesi ve duymaması gerekliydi. Çünkü kurallara göre koruduğu insanın hayatı söz konusu olmadıkça onu bilmemesi gerekliydi. Önce kılıcı düşündü. Yakın mesafede uzun ve etkili bir silahtı fakat hızla vazgeçti. Kını demirden olan kılıç çıkarken o bilindik sesle kendisini ele verirdi.

Peki ya hançer? Tabi ki de olurdu. Deri kılıfından sessiz bir şekilde çıkabilirdi. Geriye tek bir sorun kalmıştı. Gereken şey sessiz bir ölümdü. Vampirin bağırmaması gerekliydi. Aynı zamanda silahlarda çarpışmamalıydı. Bu sesler çocuğun onu fark etmesini sağlardı.

Tüm bunlar aklından geçerken yılların deneyimi ipleri eline almıştı. Elleri her şeyi biliyormuşçasına harekete geçti. Sol eliyle çıkardığı hançeri direk soldan bir hamleyle rakibine savurdu. Vampir tam hamleyi karşılayacakken istek dışı bir hareketle hançeri sağ eline atıp yakaladı. Havaya kaldırdığı elini boğaza, nefes borusuna doğru savurdu.

Her şey öyle ani oldu ki Barney gibi vampir de sadece ölürken gözlerini büyüterek Barney’e bakabildi. Hiç ses çıkmamıştı ama bu son değildi. Çocuğa döndüğünde ölümü kabullenmiş bekleyen birini gördü. Haklıydı da, kendisinin üç katı kadar bir vampirle savaşamazdı. ''Ama hayır! Bugün ölmeyeceksin çocuk!'' diye geçirdi içinden. Saniyeler içinde attığı ok vampiri tam kalbinden vurduğunda Barney az da olsa gülümseyebildi.

Çocuk ona dönerken ise gülümsemesi silindi. Şimdi çok sinirlenmişti. Bir ok daha taktı. Iskalamamalıydı. Yoksa her şey biterdi.

İyice konsantre oldu. İşaret parmağı dudağına değene kadar gerdi yayını. Hazırdı şimdi. ''Tek bir atış kaçırmak yok'' dedi ve oku bıraktı.

Hızla giden ok hedefe yöneldiğinde Barney’in kalbi sıkıştı. Tutmazsa diye korkuyordu ama içinden bir his daha ok yola çıkmadan önce bile başardın diyordu.

Gözlerini kapadığı ve nefes almadığını fark etti. Derin bir nefes aldı ve yavaş yavaş gözlerini araladı. Vurmuştu! İkinci kez tam kalbinden . Hedefi yavaşça devrilirken Barney tekrar gülümsüyordu.




Guardian (Bölüm 1)

                                                  
                                                 Bölüm 1

Bulutsuz gökyüzünde yükselen ay her zamankinden daha büyük ve daha parlak gözüküyordu. Buna rağmen burayı aydınlatamıyor karanlıkta bırakıyordu. Louis bu kocaman mağaranın derinliklerine doğru korkak adımlarla ilerliyor her an biri çıkacakmışçasına etrafı gözlüyordu. Son birkaç gecedir gittiği yerlere oranla daha bir karanlık duruyordu burası.

Louis bir an durdu ve arkasına baktı. Çıkış oradaydı işte! Arkasını dönüp birkaç adım atması yetecekti. Tüm bunlara bir son verebilir, evine döner, okulunu bitirir hatta bir işe başlayabilirdi. Birden içini bir çaresizlik hissi kapladı. Dönmek ve bu klasik insan hayatını yaşamak istemiyordu.7 yaşından beri izlediği filmlerdeki, okuduğu kitaplardaki kahramanlar gibi bir maceracı olmak istiyordu.

Şimdi olduğu yerde duruyordu. Ne ilerliyor, ne de geri dönüyordu. Tahminine göre mağara az ilerde kollara ayrılacaktı. Oraya kadar gidebilir ve az ilerde neler olduğunu görebilirdi. Ya da bir korkak olup geri döner ve eski yaşantısına devam ederdi


Birden kararını verdi. ''Buraya kadar geldim geri dönemem'' diye geçirdi içinden. Yavaş yavaş karanlığa doğru ilerledi. Ayakları titriyor ağırlığını zar zor taşıyorlardı. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Buna rağmen korkusuyla başa çıkmaya çalışıyordu. Küçükken annesinin ona öğrettiği yöntemi hatırladı.

''Eğer bir gün korkarsan gözlerini kapat ve çok daha güzel bir yerde olduğunu hayal et. Kısa bir süre korkun dinecektir.'' demişti annesi. Belki de çok iyi bir yöntem değildi ama denemeye değerdi.

Louis gözlerini kapadı. Nereye gitmesi gerektiğini düşünürken aklına o daha beş yaşlarındayken ailecek bir haftalığına gittikleri tatil geldi.

Louis'in ailesi fakir bir aileydi. Çoğu yiyeceği hiç yiyememişlerdi. Neredeyse hiç evden çıkmazlardı. Evleri ise küçücüktü. İki odadan oluşan evin en büyük odası bile iki koltuk ve bir televizyondan fazlasını alamıyordu. Louis'in bir kız kardeşi ve bir de erkek kardeşi vardı. Üç kardeş bir odada kalıyor ve annelerinin yere serdiği ince örtünün üstünde uyuyorlardı.

Beş yaşından beri öyle bir tatile bir daha gidememişti. Bu nedenle aklına ilk orası gelmişti. Masmavi denizi uzakta görünen tekneleri hayal etti. Louis o gece yüzmeyi öğrenmişti. Babası ve kendisi dışında kimse yüzmeyi bilmiyordu. Bu aklına gelince az da olsa gülümsedi. Çok korkmuyordu artık.

Yavaş yavaş gözlerini açtı ama bulmayı beklediği denizden eser yoktu. Tekrar o karanlık ve korkunç dünyada, yapayalnızdı. Fakat bir şeyler farklıydı. Neyin farklı olduğunu düşünürken karanlıkta dikilen adamı fark etti.

İlk önce bu adamın evsiz bir dilenci olduğunu düşündü fakat dikkatli baktıkça adamın bir dilenciyle alakası olmadığını anladı.1.80 boylarındaki adamın üstünde yırtık kıyafetlerden ziyade Louis'in daha önce hiç görmediği kadar şık kıyafetler duruyordu. Yeşil beyaz kareli spor gömleğini yeşil bir kotla tamamlamıştı. Siyah ayakkabıları yeni boyanmış gibi parlıyordu. Yavaş yavaş kelleşmeye başlamış saçlarını yana taramıştı. Gözleri karanlıkta görülemeyecek kadar siyahtı. Burnu ise geniş ve kısaydı.

'' Hayır kesinlikle bir dilenci değil'' diye düşündü. İyi ama burada ne işi vardı. Gecenin karanlığında mağarada değil evinde olması gerekirdi.

Adam ona gülümseyince içini yine bir korku kapladı. Korkmasının nedeni adamın neden burada olduğu değildi. Çünkü artık bunu biliyordu. Adamın sipsivri dişlerinin arasında diğerlerinden biraz daha uzun iki dişi daha vardı. Tırnakları ise aynı dişleri gibi uzun ve sivriydiler. Bu saatte burada bulunmasının tek nedeni karanlıktı.

Birden adam tırnaklarını göstererek Louis'e doğru yürümeye başladı. Adamın uzun, keskin tırnaklarına karşın Louis'in kendini savunacak hiçbir şeyi yoktu ve eğer düşünceleri doğruysa hayalleri gerçekleşmişti ama birkaç saniye sonra sadece hayalleri değil, tüm hayatı son bulacaktı.

Louis ölmek üzereydi. ''Keşke geri dönebilsem'' diye düşündü. O örtünün üstünde uyumak bile çok uzaktı artık. Bir vampir üzerine geliyordu ve geri dönüş neredeyse imkansızdı.

Louis gözlerini kapadı ve ölüme hazırladı. Yapabileceği tek şey buydu. Yerdeki bir-iki taşla bir vampiri öldüremeyeceği çok açıktı. Tabi ki arkasına dönüp kaçabilirdi ama vampirleri çok hızlı yaratıklar olduğunun bilincindeydi. Denese, hatta çıkışa ulaşıp yardım istese bile gecenin ortasında, mağaranın dışında insandan çok vampir bulmaktan korkuyordu.

Birden bir ses duydu. Tanıdık bir sesti bu. Kardeşleriyle sapan onarken birkaç kez taş yanından geömiş ve aynen buna benzer bir ses duymuştu. Fakat bu bir taş değildi. Daha hızlı ve daha büyük olmalıydı. Hemen ardından acı içinde bir çığlık duyuldu.

İlk başta öldüğünü ve bu sesi kendisinin çıkarttığını düşünmüştü. Ama hayır yaşıyordu.

O an aklına gelen fikir imkansızdı belki ama olmuştu işte. Bir kez daha hayalleri gerçekleşmişti. Ok sesiydi bu, bildiğimiz okun sesi!

Yavaş yavaş gözlerini açtığında gördüğü şey ölü bir vampirdi. Üstündeki yeşil kareli gömleği kandan kırmızıya dönmüş ve vampirin tenine yapışmıştı. Tam kalbine saplanan ok bir tek arkasından atılmış olabilirdi. Peki ama oku atan kimdi?

Şimdi aklındaki tek şey okun ikinci hedefi olup olmadığıydı. Gecenin bir yarısında mağaranın derinliklerinde bir vampirle birlikteydi. Elbette adam onun bir insan olduğunu değil de bir vampir olduğunu düşünecekti. O kadar uzaktan bu karanlıkta tırnaklarını ve dişlerini görmesi imkansızdı. ''Durun!'' diye bağırmak istemesine rağmen sesi görünmez bir el tarafından sıkılmış gibi boğazından geçemiyordu.

Yavaşça arkasına döndü. Karşısındaki adam karanlıkta çok görünmese de azıcık ay ışığında parlayan kafası kel olduğunu gösteriyordu. İlk atıştan sonra ise hedefini kaçırmayacağı belliydi. Derken adam oku doğrulttu ve bir atış daha yaptı. Yaydan çıkan ok döne döne ilerlerken Louis'in anıları şeritler halinde gözlerinin önünden geçiyor ve ona ölmek üzere olduğunu unutturuyordu.