9 Haziran 2016 Perşembe

Zaman Değişkeni (Bölüm 6)

                                                             
          
                                                           Sona Dört Kala

3 Yıl 1 ay 4 gün.

Max hayatımdan tam olarak bunları çalmıştı. Tam 3 yıl boyunca neler olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Beni özleyen olmuş muydu acaba? Sevenim yoktu ama belki değerimi bilen birileri vardı. Max için çalışırken sevilen biriydim. Ama artık Max için çalışmak bir yana, onu öldürmek için can attığımı biliyorum.

Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışırken aklıma bilgisayar sisteminin de hoparlör gibi bozulmuş olabileceği geldi.
Çok düşük bir ihtimal gibi gözüküyordu ama üzerinde durmaya değerdi. Zaten başka şansım da yoktu.

Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Bir yandan da hoparlörden gelen mesajlara kulak vermeye çabalıyordum. Mesajlar hakaret ve nefret dolu cümlelerden oluştuğu için anlamak pek de zor değildi.

Ekranın önüne geçtim ve karmaşık ekranın üzerinde yönetici paneli yazan köşeye geldim. Girebilmek için şifre gerekiyordu ve şifreyi hatırladığımı pek sanmıyordum. Bu sırada gözüm koordinat bölümüne takıldı. Özel lazer ışınları sayesinde hesaplanan koordinatlar uzayın aydınlanmış tüm bölgesine hatta daha da uzağına kadar uzanıyordu. Yani uzayda nerede olursak olalım koordinatımız bilinirdi. Koordinat kısmında yazan " kapsama alanı dışı, Koordinat hesaplanamıyor " yazısı zaten çökmüş durumda olan bedenimi iyice güçsüzleştirdi. Bu sırada midemin guruldaması beni kendime getirdi. En son ne zaman yemek yemiştim? 3 yıl kadar önceydi herhalde. Kontrol panelinin tutacaklarını bırakıp kontrol odasının kapağına geldim. Max yolculuğa başlamadan önce kapıyı kilitlemişti. Şu anda açık durumdaydı ve bunun nedenini düşünemeyecek kadar bitkindim. Kapağı geçip mekiğin merkezine kadar gittiğimde her şeyin yerli yerinde olduğu görülüyordu. Kutulanmış yiyeceklerin olduğu odada rastgele bir kutu alıp açtım. İçinde konserve fasülye ve birkaç bisküvi vardı. Bisküvilere baktığımda aklıma üç yıl içinde bozulmuş olabilecekleri geldi. Bu fikir o kadar komikti ki gülmeden edemedim.

Hızlıca atıştırırken bir yandan da düşünmeye başladım. Bu yaşadıklarımın bilimsel açıklaması neydi? Anlayabildiğim kadarıyla Max mekiği ışık hızına çıkarmıştı ve bu zamanda bir değişim meydana getirmişti. Bu kadar büyük bir değişim nasıl olabilirdi? Uzay hakkında bildiğim tüm bilgiler bana öğretilen temel bilgilerden ibaretti. Elbette ki bu bilgiler normal bir insanın bilemeyeceği kadar fazla da olsa bu tarz uçuk fikirleri hiç aklıma getirmemiştim. İnsanlar ışık hızını, ulaşılabilecek bir hedef olarak görüyordu ama bir bilim adamı olarak bunu pek mümkün bulmamıştım.

Düşüncelerimden sıyrılıp kemiklerimi ovuşturmaya başladım. Uzun bir süredir havada asılıydım ve kaslarım zayıflamıştı. Tüm bu olanlardan sonra ne yapacağımı bilmiyordum ama ölmek de istemiyordm. Kemerimi sıyırıp havalandım ve havada nasıl antrenman yapabileceğimi düşündüm. Uzay istasyonundaki antrenman aletleri mekikte olmadığından aklımı kullanmak durumundaydım. Etrafıma baktım ve kullanabileceğim bir şeyler aradım. Az ileride yiyecek stoklarının arasındaki tutacakları gördüm. Onlara tutunarak basit hareketler yapabilirdim. Oraya kadar yavaşça süzüldüm. Tutacakları tuttum ve ayaklarımı hareket ettirmeye başladım. Basit hareketlerle uyuşmuş olan kaslarımı canlandırmaya başladım. Uzayda kaslarımızın yükü dünyaya göre çok daha az olduğundan kaslar bir süre sonra erimeye başlıyordu. Bu yüzden sık sık antrenman yapmamız için uzay istasyonuna bir oda bile kuruluydu. Bu lüksten faydalanamasam da bunun için üzülecek değildim. Şu an için daha önemli sorunlarım vardı.

1 saat süren uzun bir çalışmanın ardından kaslarımda yanma hissiyle suratımı sildim. Ter tanelerinin uçuşmasına izin vermedim. Bu durumdan kurtulana kadar mekiğin temizliğine dikkat etmeliydim. Ayrıca bir de yemek sorunu vardı.

Yemek stokları hakkında bilgilendirilmiştim. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl yetecek kadar yiyeceğim vardı. Öğünleri kısabilirsem belki bir - iki ay daha uzatabilirdim bu süreyi. Tüm bunları daha sonra düsünmek üzere aklımın bir köşesine yazdım ve kontrol odasına geri dönmeye karar verdim. Belki Max' in nefret dolu mesajları arasında üç yılda neler kaçırdığımı görebilirdim.

Kontrol odasının ardına kadar açık beyaz kapağına baktım. Max ateşleme sırasında kapağı açmış olmalı diye düşünmüştüm fakat kapağın önündeki küçük ekran kapağın benim tarafımdan açıldığını söylüyordu. Bu durumda kapak Max tarafından değil, astro tarafından açılmış olmalıydı.

Kapağı geride bırakıp içeri süzüldüm ve sıcak odaya daldım. Yokluğumdan bu yana bir şey değişmemişti.

"Yalnız olmaya alışmam ve tedirginliği üzerimden atmam gerek" diye düşündüm.

Hoparlörden gelen sesler kesilmiş gibiydi. Astronun hala orada olup olmadığını anlama zamanı gelmişti.

"Astro orada mısın?"

Cevap gelmiyordu.

"Astro cevap ver. Orada mısın?"

Yine cevap gelmediğinde hoparlöre doğru süzüldüm ve geçen sefer yaptığım gibi yumruk atmaya hazırlanıyordum ki hoparlörden gelen bir ses beni engelledi. Çok derinlerden geliyor gibiydi. Biraz daha yaklaşıp kulağımı dayayınca astronun konuşmaya çalıştığını fark ettim. Kontrol paneline dönüp sesi yükselttiğimde duyduklarım şunlardı:

"Mekik a-536 yok etme işlemi. Onaylandı. İptal için son 4 gün 6 saat 32 dakika. Hızlandırmak için hızlandırma protokulü 2 uygula."

Sesin tekrarını o kadar çok dinlemiştim ki kendime geldiğimde astronun söylediklerini ezberlediğimi fark ettim. Ve sona her zamankinden daha çok yaklaştığımı.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Zaman Değişkeni (Bölüm 5)


                                          Başlangıcı Ve Sonu Olmayan

Uzay her zamanki sessizliğine bürünmüştü. Doğal yalıtımı sağlayan hiçlik, burada hiç bir yerde olmadığı kadar hissedilebilirdi. Öyle ki bir insan, vücudunda varlığını hissedemediği tüm iletişimin burada farkına varıyordu. Kalp atışımız burada tüm evrenin duyabileceği şekilde gümbürdüyordu. Kısıtlı gözlerimiz yalnızlığımıza yalnızlık katıyordu.

İlk çağlardan bu yana inkarın en büyük sebebiydi gözler. İnsanlar gözüyle görmediği bir şeye inanmayı reddettiği için kısıtlanmışlardı. Dünyayı dışarıdan bir gözle göremedikleri için dümdüz sanan insanlar bugün de aynı sorunu evren için yaşıyordu. Gelişmiş teleskoplar uzayın bir bölümünü aydınlatıyordu ama bu insanlar için yetersizdi. Biz kendi gözlerimizle, daha yakından seyretmek istiyorduk. Ancak evren, onca oluşumuyla insanlardan kaçmaya devam ediyordu. Sırrına erişebilmemiz için bizi daha da uzaklara sürüklüyordu.Hiç bir zaman elindekiyle yetinmeyen insanoğlu için bu büyük bir maceraydı. Gözümüzün önünde duruyordu tüm oluşum. Sadece daha da ileri bakmamız gerekiyordu o kadar.Peki biz mi bakmayı bilmiyorduk yoksa evren mi bizden kaçıyordu?

Kavramlarla dolu olan bu evren sadece iki kelime arasında sıkışmıştı. Başlangıç ve son. Peki ya ikisi de var olmayan kavramlarsa, evrenin başı ya da sonu yoksa? Başlangıçtan bu yana daha da genişleyen bu evrenin bitiş noktası var mıydı? İhtiyacımız olan tek şey daha da ileriye, daha önce hiç gidilmemiş yerlere gitmek. Bu bizim görevimiz. Evrenin hiç keşfedilmemiş noktalarını keşfedeceğiz.

Motorlar çalıştığında mekik hızını artırdı. Hızını 2' ye 3' e katlayarak ilerledi ve sonunda müthiş bir patlama reaksiyonuyla ileri atıldı.Mekiğin hızına yetişemeyen ışık, görmeyi imkansız hale getirdi. Karanlığıyla meşhur olan boşluk her zamankinden daha da karanlıktı. Mekik ışığın yokluğundan faydalanarak karanlığa gömüldü ve ortadan kayboldu. Motorlar sahip oldukları yeni kuvveti kullanarak müthiş bir hıza ulaştı. Sonunda bu patlama yakıtı 1 dakika içerisinde tükettiğinde motorlar durdu ve mekik almış olduğu hızla devam ederken ışık mekiğe yetişmeyi başardı. Işık mekiği gözler önüne serdi.

***

Uyandığımda ilk dikkatimi çeken şeylere odaklandım. Cızırtı yapan hoparlör gibi.

"Astro orada mısın? Hey astro cevap ver!"

"zzzt zzzt" Hoparlörden gelen ses bir şey ifade etmiyordu benim için. Astro konuşmaya çabalasa da onu anlamam mümkün değildi.

"Ah lanet olsun ya! Bekle düzeltmeye çalışacağım."

Hoparlöre doğru uçtum ve sorunu bulmaya çalıştım. Bu sırada Astro inatla konuşmaya çabalıyordu.

"Astro sesini keser misin lütfen çok gürültü yapıyorsun!"

"Zzzzt zzzzt, zzzzzt"

Hararetle bir şeyler anlatmaya çabalıyor gibiydi. Ya da sadece hoparlörden gelen bir cızırtı idi..

"Senin sorunun ne dostum burada her şey sağlam gibi duruyor."

Hoparlöre attığım yumrukla birlikte bir değişim oldu. Cızırtı ortadan kalktı ve ses netleşti. Bu astronun sesi değildi.

"Nova beni duyuyor musun? Hey Nova cevap ver lanet olası!"

"Max sakin ol mutlaka bir cevap verecektir. Biraz sabret. Ee Nova sesimizi duyduğunda bize dön canım, ben de o zamana kadar Max' i sakinleştireyim."

Bir an yaşadığım şaşkınlığın ardından başkanın bana ulaşmaya çabaladığını anladım. Ama bir şeyler yanlış gidiyor gibiydi.

"Ses 3."

"Astro beni duyuyor musun? Lütfen cevap ver astro. Hey, beni duyan yok mu?"

Başkanın ağlama sesleri buraya kadar geliyordu. Can çekişen bir köpek gibi ağlıyordu.

"Bunlar da neyin nesi böyle?"

İçimdeki şüphe tohumları filizlenmeye başlamıştı. Ses 3 derken neyi kastediyordu ki? Max ile olan son konuşması en fazla 2-3 dakika önce olmuştu. 2 Dakika içerisinde 3 kayıt nasıl yapmıştı bu adam?

Hoparlör bu kez daha yüksek bir sesle inledi. Çok sinirli bir sesle hem de.

"Ses 4"

"Seni lanet domuz bana cevap ver yoksa seni oracıkta öldürürüm beni duyuyor musun? Orada olduğunu biliyorum, bana cevap vermezsen mekiğini zehirle kaplayacağım ve oracıkta öleceksin! Sana diyorum sana! Bana cevap veeeeeeeeer! Novaa! Cevap ver dedim cevap ver!"

Yüzündeki öfkeyi başkanı tanıdığım kadarıyla bir çok kez görmüştüm. Ama bu sefer, öfkesinin sesini duymak bile ürkütücüydü.

"Hayatım lütfen sakin ol, Mutlaka cevap verecektir, hesaplarda bir yanlışlık yapmış olmalıyız."

Hayatım mı ?

"Tam bir ay oldu Jane! Şimdiye kadar cevap gelmiş olması gerekirdi. Hesaplamalarımız yanlış olamaz! Kesinlikle başka bir sorun var."

"Bir ay mı? Hah neyden bahsediyor bu salaklar?"

"Max hız kontrolünü doğru yaptığına emin misin? Bence kontrolümüz dışında fazla bir hız yapmış olabilir."

"Hayır Jana hayır, her şey göstergede kontrolüm altında gerçekleşti. Nova orada olduğunu biliyorum!"

Aklıma bazı şeyler gelmeye başlamıştı. Frank' in sözlerinden sonra oluşan sessizlik, istasyonda ölen insanlar, zaman değişkeni deneyiyle ilgili sözler, yüksek hız kavramı, ilk defa gördüğüm çeşitli donanımlar, bunların hepsi beni yüzleşmekte zorlandığım gerçeklere itiyordu. Ve her şeyi yeni anladığıma inanamıyordum.

Hoparlörden gelen sesleri duymazdan geldim. Benim bazı gerçeklere ihtiyacım vardı. Ekranın karşısına geçtim ve bağlantı kurmaya çalıştım. Sistemler çalışmıyordu. Ekrana iyice baktım ve kaçırdığım bir şeyi bulmaya çalıştım. Hiç bir bağlantı sistemi çalışmıyordu.Görüntülü konuşma başarısız yazısı yanıp sönüyordu. Sesli konuşma da aynı şekilde. İstasyona bağlanmaya çalıştığımda da aynı cevaplarla karşılaştım. Bu işte bir şey var diye düşünürken bir şeyi fark ettim. Tarihin olduğu bölüme baktığımda gerçekler yine beni bekliyordu.

Tarih:15-09-2030

5 Haziran 2016 Pazar

Zaman Değişkeni (Bölüm 4)


Fırtına Öncesi Sessizlik



" Saatte 300.000 km hızla gittiğinizi düşünün. Bu hıza ulaşabilen bir varlık, adı, çapı, hacmi, yaşam formu fark etmeksizin zaman bilincini yitirir. Ona bir saniye gibi gelen bir zaman, kilometrelerce ötede 1 gün, 1 ay, 1 yıl, 100 yıl belki de binlerce yıl geçmiş gibi hissedilebilir. Bu aradaki mesafeyi kapatan hızla doğru orantılı olarak artar. Yani ışık hızında dünyayı dolaşıp tekrar geri geldiğinizde sizden kuşaklar sonraki torunlarınızla karşılaşabilirsiniz. Buna ben zaman değişkeni adını verdim. Peki bu hıza ulaşan bir cisim yolu üzerindeki bir nesneye çarpsa ne olur? Pek hoş bir sahne yaşanmaz doğrusu. Cismin yaydığı enerji uzayın en karanlık noktalarını dahi aydınlatabilecek bir güce erişir. "


"Efendim peki bu cismin içinde bir insan olursa ölümü kaç saniye sürer? Sadece merakımdan soruyorum efendim."

"Bu çok mantıklı bir soru adı aklıma gelmeyen çocuk."

Tüm salon gülmeye başladı ve genç adam soruyu sorduğuna pişman oldu.

"Sevgili dostum, bu insanın ölümünü saniyelerle ifade etmemiz akşam yemeğini kaçırmama neden olur. Bu yüzden şu kısa yolu tercih edeceğim;"

Arkasında yer alan beyaz tahtayı sildi ve bir şeyler yazdı. Tahtanın önünden çekildiğinde şu yazıyordu; 1/1000

"Kaç yaşında görünüyorum bilmiyorum ama ben 69 yaşında bir adamım ve 3 sıfır yazmak bile beni yordu. Siz bunun yanına istediğiniz kadar sıfır atabilirsiniz."

Alkışlar eşliğinde memnuniyetle kalabalığa baktı. Yakında öleceğimi bilseler hala bu kadar mutlu görünürler mi acaba? Suratındaki sahte gülümsemeyle birlikte topluluğu selamladı.

"Başka sorusu olan yoksa bugünlük bu kadar."

"Benim bir sorum var efendim. Bu hesaplamalar gayet mantıklı gözüküyor fakat bunların olabilmesi için 300.000 km hıza çıkmamız gerek ve bunun için de şu ana kadar yapılmış en güçlü motorun yapılması gerek. Yakıt ihtiyacından bahsetmiyorum bile. Bunların yapılması mümkün müdür peki?"

"Bu bir önceki sorudan daha mantıklı." Max' a doğru gülümsedi.

"Böyle bir motor benim hayallerimin sınırını aşıyor ne yazık ki. 67 yıllık hayatımın çoğunu zaman ve hız kavramları üzerine harcadım. Bu hesapları yapmak insana kendini çok özel hissettiriyor. Fakat bu teorilerimin kanıtlanabilir olması benim en büyük arzumdu. Ve bunu yapabilecek arkadaşların aramızda olduğuna inanıyorum. Her biriniz bu güçlü motoru yapıp insanlığı bir adım öteye götürecek bilgiye ve donanıma sahipsiniz. Size gereken tek şey hayal gücü ve biraz da ilham. Umarım önümüzdeki 5 yıl içerisinde biriniz ben buldum diye çıkar da ölümsüzlüğü bulmak zorunda bırakmaz beni."

Alkışlar eşliğinde yüzünde tebessümle sahneyi terk etti.

7 yıl sonra - 5 Nisan 2029

Hastanenin en rahat odalarından birini alan eski başkan yatakta ölümü bekliyordu. Odanın dört bir yanına yerleştirilmiş çiçeklerin kokusu ölüm kokusunu örtmeye yetmiyordu. Patrick öksürükler eşliğinde huzura ermeyi bekliyordu.

"Seni hayal kırıklığına uğrattığım için beni affet. Çok kötü bir başkan oldum ve her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Sana bunu başaracağımı söylediğimde emindim ama olmadı. Beni affet Patrick."

Patrick yattığı yatakta zor nefes alabiliyordu. Uzattığı eli Max' in elini yakaladı ve ağlamaya başladı. 74 yıllık hayatı boyunca ölüme ilk kez bu kadar yaklaşmıştı.

" Projeyi başaramaman beni üzmedi oğlum. Bunu ben görmesem de bir gün mutlaka biri başaracaktır. Bu sen de olabilirsin. Beni üzen asıl şey yıllardır kandırıldığımı öğrenmem oldu. İnsanları bu proje yüzünden öldürdüğünü, zavallı bir adamı hiç bir şeyden habersiz bir şekilde ölüme yolladığını öğrenmem. Hem de her şey sona ermişken, ölümüme bir gün kala.

"Neyden bahsettiğini anlayamıyorum Patrick."

Arkasına baktı ve Jane ile göz göze geldi. Anlam veremiyordu. Patrick nasıl bilebilirdi?

"Onca insanı istasyonda boğdurmandan bahsediyorum oğlum."

Hıçkırıkla karışık öksürük krizine giren yaşlı adam uzun bir süre konuşamadı. Hayal kırıklığını hiç bu kadar net hissetmemişti Patrick. Yıllarını verdiği hesaplamalar, sabahlara kadar yaptığı çalışmalar hepsi daha çok insanı ölüme yollamak içinmiş. Kim bilir belki de daha bilmediği kimler vardı. Sonunda konuşabildiğinde son sözlerini duyanlar, iki zalim ve bir de hemşireydi.

"Keşke seni hiç tanımasaydım oğlum. Hayallerimi sana teslim ederken ruhumu da şeytana teslim ettiğimi nereden bilecektim ki?"

Ölüm tüm gerçekliğiyle tekrar sahneye indiğinde solunum cihazından çıkan tiz ses yeni bir ölümü işaret ediyordu. Hayatının son anlarını büyük bir hayal kırıklığıyla geçiren Patrick sonsuz yolculuğuna adım attı. Bu sırada Max ağlıyor Jane ise onu sahte bir hüzünle yatıştırmaya çabalıyordu. Max' in gerçekten ağlayıp ağlamadığıysa hiç bir zaman öğrenilemedi. Zaman değişkeni projesi başarısız olmuştu.


4 Haziran 2016 Cumartesi

Zaman Değişkeni (Bölüm 3)

                                                  


                                                                              Denek


Karşısında oluşan koridor boyunca ilerledi. Onu karşılamaya gelmeyişlerini umursamıyordu. O da pek umursanmazdı zaten.

Giriş kısmı boyunca tutunarak ilerledi. Uzun koridoru ileri atılarak kısa zamanda geçti. Ana odaya geldiğindeyse şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi.

Uzay istasyonundaki cansız beden salonun tavanında askıdaydı. Ölümün ele geçirdiği beden Novanın güvenebileceği tek dostu olan Jacop' a aitti. Jacop' un morarmış suratında yer alan şaşkınlık ifadesi Novanın belki de ilk defa ağlamasına neden olmuştu. Hüngür hüngür ağlayan Nova gözlerine inanamıyordu .En iyi arkadaşlarından birini kaybetmenin verdiği hüzünle karışık korku Novanın beynini ele geçirmişti.

Biraz daha ilerlediğinde kapağı açık olan başka bir odaya giriş yaptı. Buz dağının görünmeyen yüzünü gördü. Morarmış suratlı 3 beden daha. Nova daha fazla adım atamaz bir şekilde havada asılı durdu. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına çarparken beyni hemen oradan uzaklaşmasını söylüyordu.
3 cesedin tamamını tanıyordu. Alice, Robert, Ronald. Havada uçuşan göz yaşlarına rağmen ağlamaya devam etti. Arkadaşlarına son kez bakıp sessizce dua etti. Hayatında ilk kez havada dua ediyor olduğu gerçeği bile gülünçlüğünü yitirmişti. Uzay istasyonunda dolanmaya devam etti. Alt kattaki odanın kapağını açtı ve indi. Uzay istasyonunda 5 kişi vardı. Sonuncu beden buralarda bir yerlerde olmalıydı.

Alt kattaki tüm odaları kontrol ettikten sonra yeniden yukarıya çıktı. Aşağıda kimse yoktu. Biraz düşündü. Tüm odalara bakmış olmalıydı.
"Tabi ya! Kontrol odasına bakmadım."
Kontrol odasının kapısına geldiğinde ilginç bir şeyle karşılaştı. Kapı açıktı ve içerideki koltukta arkası dönük biri vardı.

"Hey Ed sen misin?"

Yanıt yoktu. Cesaretini topladı ve kontrol odasının büyük kapağından içeri girdi. İçerisi oldukça sıcaktı. Koltukta oturan kişi kımıldamıyordu ve kemeri bağlı değildi. İşte bu ilginç diye düşündü. Kemeri bağlı değilse tavanda asılı kalmış olması gerekiyordu. Eğer öldüyse tabii.
"Hoşgeldin Nova. Ben de seni bekliyordum."
Bir süreliğine yavaşlayan kalbi yeniden hızlanmaya başladı. İstasyondaki herkes ölmüştü. Ed dışında. Bunun anlamı neydi?

"Ed burada neler oldu? Her yer ceset dolu. Yoksa sen mi öldürdün onları. Seni cani pislik."
"Bir anlık öfkeyle harekete geçen Nova tutacaklardan salınarak büyük bir hızla ileri atıldı. Koltuğa kadar süzüldü ve koltuğu kendisine çevirdi. Koltukta oturan kişiye baktığındaysa korkudan çığlık attı. Koltuktaki kişi Ed idi ve ölmüştü. "Bu nasıl mümkün olabilir ki?" diye düşündü. Etrafına baktı. Odada ondan başka kimse yoktu. Ölü bir insan nasıl konuşurdu?

"Buradayım Nova Ekranı aç."

Ses hoparlörden geliyordu. Ekranı açtığında ise gerçeğin kendisi karşısındaydı. Ekranda Max küçük odasının arka kısmında yer alan koltuğuna yerleşmiş, doğrudan Novaya bakıyordu.
"Sonunda gelebildin Nova. Çok beklettin beni doğrusu."
"Max istasyondaki herkes ölmüş. Bunun sorumlusu kim?"

"Bunun sorumlusu şimdilik önemsiz Nova. Bizim için önemli olan şimdi ne yapacağımız. Şimdi yapacağımız şey insanlığa tarihinin en büyük hizmetini yapmak ve yeni bir çağı başlatmaktır. Bunun yoluysa senin bana güvenmen ve zorluk çıkarmaman.
"Max bu insanların ölümünden sen mi sorumlusun? Seni orospu çocuğu bunu neden yaptın? Ne istedin bu insanlardan?"

"Yeter Nova yeter! Ya dediğimi yaparsın ya da onlar gibi ölmeye mahkum olursun. Şimdi beni iyi dinle yoksa 1 dakika içinde ölmeni sağlarım ve bu ikimiz içinde iyi olmaz."
"İlk iş olarak mekiğine geri dön ve ekranını aç. Vereceğim talimatları yerine getir. 1 dakika içerisinde ekranı açmazsan arkadaşlarınla aynı kaderi paylaşmak zorunda kalırsın."
Korkudan mı yoksa aldığı emir doğrultusunda mı gittiği bilinmez ama Nova bu sözlerin ardından mekiğe gitmek için geriye doğru atıldı. Bir yandan olanların ne anlama geldiğini düşünürken bir yandan da şimdi ne olacağını düşünüyordu.
Ekranı açtığında tanıdık bir surat yine onu karşıladı.

"Astro istasyondan ayrıl."

Max' in emrine itaat eden astro mekiği istasyondan ayırdı.
"Güvenli rotaya geç ve motorları çalıştır. Süper iticiyi aç ve zaman değişkeni moduna gir."
"Bütün bunlar da ne Max? Bu fonksiyonları daha önce duymadım. Amacın ne senin? Hemen söyle yoksa mekikten atlarım."
"Şaka yapıyor olmalısın Nova. Astro kontrol odasını kilitle."
"Kontrol odası kilitlendi."

"Ne? Astro ne yaptığını sanıyorsun bana itaat etmen gerek!"
"Hiç sanmam Nova. O en başından beri benim emrimdeydi. Bu aciz tavrından vazgeç ve kendine gel."

Nova mekikle kalkarken yaşadığı stresten daha fazlasını yaşayamayacağını düşünmüştü. Ama yanılmıştı.

"Güvenli rotaya son 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1. Güvenli rotaya geçildi. Motorlar kapatıldı."
"Söylemek istediğin bir şey yoksa deneyi başlatacağım Nova. Kayda girmesi için kayıt cihazını çalıştırabilirsin."
"Hey hey hey! Neler oluyor ne deneyi. Nereye gönderiyorsun beni. Konuşsana!"
"Deneyin adı Zaman değişkeni Nova ve denek de sensin. Ateşle Astro!"

Mekik, tarihinin hiç görmediği bir hızla ilerlediğinde Nova bayılmıştı.

3 Haziran 2016 Cuma

Hayal Dünyası (Bölüm 1)

                                            

                                                 Beklenmedik ziyaret

Hayallerinde yaşayan bir çocuktum. Asosyaldim. İnsanlarla iletişime geçmemek için odamın kapısı her zaman kilitliydi. Yalnızca temel ihtiyaçlarımı karşılamak için açardım kapıyı, sonra da hızla huzura geri döner, tuvaletim geldiğinde ya da annem kapıma kadar gelip "Yemek saati!" diye haşince seslenene kadar odamda kalırdım. Odamda kaldığım süre boyunca kitap okurdum. İsmini önemsemediğim sayısız çizgi roman okurdum. Bunların hiç birini ben almadığım için isimleri de önemsizdi benim için. Sadece karakterleri önemsiyordum. Evet, onlar olmasa bir hiçtim.
Hayallerimde yaşadığımı söylemiştim. Okuduğum sayısız romandan karakterlerle dolu bir evrenim vardı. Her geçen gün genişleyen bir evrendi bu. Babam her eve geldiğinde bana yeni bir kitap ya da ucuz çizgi romanlardan getirirdi. Ben de bu kaynaklardan karakterleri toplar, kendi dünyama götürürdüm. Genelde Çalıştığı yerdeki arkadaşlarının çocuklarından aldığını söylerdi. "Kitaba iyi davran. Sakın kenarını falan kıvırayım deme, emanet ona göre!"
Hayatımın tek neşesi olan eşyalara kötü davranmamamı her defasında tekrarlardı. Beni salak sanıyordu sanırım. Odasından çıkmayan bir psikopat olabilirdim, asosyal ve saldırgan olabilirdim (küçüklüğümde çok fazla bardak kırmışlığım vardır). Ama asla bir kitaba kötü davranmazdım. Çünkü kitabın içinde yaşayan insanlara, hatta yaratıklara, saygısızlık etmezdim. Eğer kitabında bir cüce varsa ve bu cüceye iyi davranmazsan asla hayal dünyana girmezdi. İnatçı şeylerdi bu cüceler. Dahası kitaplara iyi davranmazsam babam asla yenisini getirmezdi. Bu yüzden her gün uslu uslu oturur, kitabım geldiğinde bir çırpıda bitirir ve hayal dünyama katardım. Bir sonraki hikayeye kadar hayal aleminde dolaşır, farklı karakterleri birbiriyle tanıştırırdım. Bazen kötü yaratıklarla da karşılaştığım olmuyor değildi. Ben bunun için de etkili bir yöntem bulmuştum. Nerede kötücül bir şey bulsam onu uzaya fırlatıyordum. Mesela iki gün önce vampirlere saldıran orgların alemine mancınık koyup hepsini uzaya yollamıştım. Bu vampirler kötücül değildi, sanırım. İşin özeti, hayatım tam anlamıyla kusursuzdu.
Size anlatacağım hikaye on ikinci yaş günümde hayatımın nasıl bir anda değiştiğinin hikayesidir. Orgları uzaya yollamanın rahatlığıyla yaşarken bir anda her şeyimin nasıl benden alındığının hikayesi.
Evet, doğum günümdü o gün. Normalde doğum günüm olduğundan bile haberim yoktu. O akşam yapılan sürpriz kutlamada haberim olmuştu. 11 temmuz 2008 sabahı erkenden kalkıp kitabıma sarıldım. Sarıldım dediysem mecazi olarak değil. Gerçek anlamda kitabımı geceliğimin içindeki kollarıma aldım ve kafamı yasladım. Çünkü babam dün akşam çok geç gelmişti ve uyuyakalmıştım. Kitabımı sabah kapının altında buldum. Bunun için kendime kızsam da yapabileceğim bir şey yoktu.
Kitabımı hemen açıp okumaya başladım. Zaman kaybetmeye tahammül edemezdim. Bir an önce hayal dünyama giriş yapmalıydım. Sayfalar hızla akıp gidiyordu. Okuduğum kitap bir hikayeler derlemesiydi. Kesinlikle ilham verici olanları olsa da hikayelerin çoğu vasattı. Çok ince bir cilt olduğu için de bitirmem çok kısa sürdü. Kitabı düzgüncü masaya yerleştirdim. Kapının kilidini kontrol ettim. Yatağıma geri döndüm ve gözümü kapadım.
Hayaller kapısı önümdeydi. Başka kimsenin benim dünyama girmemesi için kapı çok sıkı bir şekilde kilitliydi. Odamın ahşap kapısı gibi yarı kırık vaziyette de değildi. Tamamen demirden yapılmış, oymalı ve havalı bir kapı. Kilide baktım. Evet, her zamanki gibi orada duran bir yaratık vardı. Bana bir bilmece soracak, ve bilebilirsem kapıyı açacaktı. Tabii soracağı bilmece de bana ait olduğundan pek adil bir sınav sayılmazdı ama en azından yabancılara karşı bir koruma sağlıyordu. Bu bilmece sever yaratığı bir yerlerde okumuştum ama aklıma gelmiyordu. Çoğu özelliği hafızam yüzünden uzaya fırlatılmış gibiydi. Ben de onu değiştirip dünyama uygun hale getirmiştim.
"Efendi hazretleri, bugün sizler için neler yapabilirim efendim?”
"Hayal kapısını açabilirsin mesela kunduz."
Yaratık kilidin içinde kımıldandı, kilidin içine girebilecek kadar kendini küçültebilme yeteneğini vermiştim ona.
"Geçen sefer bana daha güzel bir şekilde seslenmiştiniz efendim. Lütfen bana iltifat edin ki kapıyı sizin huzurunuza açabileyim."
Bir süre hayvana baktım ve dedim ki:
"Sen nasıl bir hizmetkarsın? Hizmetkarlar iltifat beklemez, iltifat eder. Şimdi bana bildiğin en güzel kelimeleri söyle ki arkamı dönüp gitmeyeyim."
Bir süre bakıştık ve söylediğim şeyin saçmalığını o da fark etmiş olacak ki cevap vermedi. Ben de bu fırsattan yararlanarak yeni bir şey uydurdum.
"Şimdi bana öyle bir şey söyle ki senin yerine başka birini getirmeyeyim. Hatta seni mancınıkla uzaya yollamayayım."
Kızgın gibi görünmeye dikkat ettim ve o da hemen konuştu.

"Siz majesteleri, bugüne kadar dünyaya gelmiş en akıllı çocuksunuz. Bu dünyada bana bir yer vermeniz bile benim için bir şereftir. Siz bu diyarın kralı, benim efendimsiniz. Hatta eğer isterseniz size bilmece bile sormam efendim çünkü buraya sizden başka kimse gelmiyor."
"Hah, kafir(bu kelimeyi yeni öğrenmiştim)! "Hah, kafir(bu kelimeyi yeni öğrenmiştim)! Bu ne cürret! Bu diyarların değersiz olduğunu mu ima ediyorsun?”
"E, e efendim kesinlikle ima ettiğim şey bu değildi. Demek istediğim bu diyara sizden başka kimsenin girmeyi hak etmediğiydi."

Bu şekilde kıvrandırmaya bayılıyordum şu küçük yaratığı.
"Güzel, iyi kıvırdın. Şimdi sor bakalım bilmeceni."
Yaratık bir süre yere baktı. Sonra sırıtarak sarımtırak dişlerinin arasından çıkan diliyle konuşmaya başladı.
"Herkes ona tapar, göklerde yaşar, yağdırır su ve kapar havada kokuşmuş orgu."
Kendi kendime gülmeye başladım. Bu şu ana kadarki en komik bilmeceydi. Tabii ki cevabı da biliyordum çünkü soru benim hayal gücümle ortaya çıkmıştı.
"Güzel bir bilmece gergedan. Hey dur, bu isim sana yakıştı. Gergedan!"
Yaratık yüzünü astı ama ses etmedi.
"Cevap ise tanrı. Beni ve seni yaratan."
Bunları da bir kitaptan okumuştum. Her şeyi yaratan bir adam vardı. Kötülere karşı savaşanlara yardım ediyordu. Ama bu adamın kim olduğunu bilmiyordum. Anne babama sormaya çekindiğimden şimdilik kendi kaynaklarımla yetinmek zorundaydım.
"Çok iyi efendim çok iyi. Her zamanki gibi zekanıza hayran kaldım. Kapı sizin için açılıyor."
Sonra küçük canavar delikten atladı ve toprak zemin üzerine kondu. Keskin ayak tırnakları yeri kavradı ve gittikçe büyümeye başladı.
Kapı hayal dünyasına açılan bir portaldı. Bir anda dönen bir borunun içine girmiştim. Denizci kitaplarındaki deniz girdabına da benziyordu. Ama siyah beyazdı. Okuduğum çizgi romanlardan biri burada da işime yaramıştı.
Kısa sürede hayal dünyama ulaştım. Olabildiğine karışık bir yerdi. Kaybolmamak için her yere tabela asmak zorunda kalmıştım. Çimenden bir arazideydim. Burası sık ağaçlarla kaplı bir araziydi ve bol bol sincap bulunduruyordu. Orman dedikleri bu yere girdim. Kesinlikle eşsiz bir yerdi. Büyüleyici hayvanlarla doluydu. Yerde renkli kertenkeleler ayağıma dolanıyordu. Kuşların ötüşünü duyuyordum. Yeşil şekerlemelerin arasından fırlamış rengarenk şekerlemelere benziyordu burası.
Ben daha derinlere ilerlerken sağ taraftaki yabani çalılıkların arasından kükreyerek bir aslan fırladı. Kadim bir diyardan getirmiştim onu. Ama onun için hala uygun bir yer arıyordum. Okuduğum kitapların çoğunda aslanlara yer verilmiyordu. Bu yüzden onu şimdilik bekletiyordum. Aslan ayağıma sürtündü ve ben de kafasını okşadım. Sonra onu bırakıp ormanın içlerine doğru ilerledim.
İleride ormanın bittiği yerde bir göl vardı. Oraya kadar yürüdüm ve suyun dizlerime kadar gelmesine izin verdim. Su tanelerinin dizime değmek için sıraya girmesini hayal ettim ve köpürmelerini seyrettim. Bu gölü okyanusa benzeten bir kızı okumuştum. Gölünü almama kızmamasını umuyordum.
Sudan çıktım ve gölün etrafında ilerlemeye başladım. Kurbağaların zıpladığı, nilüferlerin suda salındığı yerleri geçtim. Eski bir kayıkçı teknesinin yanından geçerken ona dokunmayı da ihmal etmedim. Ona sevgiyle yaklaşan bir sahibi vardı çünkü.
"Hey, sen!"
Ses hemen ilerideki bir kulübeden gelmişti. Belinde bir kılıçla ayakta duran yaşlı bir adam, kahverenginin en koyu halindeki bir tahtadan yapılmış kulübenin önünde bekliyordu. Huysuz bir moruktu bu ama uzaya yollamaya kıyamamıştım. Bu diyarın en eskilerinden biri olduğu için saygıyı hak ediyordu çünkü.
Yaşlı adama baktım ve el salladım.
"Naber?"
"Hah, gördüğün gibi seni görmemle ekşimem bir oldu. Çürük bir sıçan eti bile senin kadar etkili değil."
"Her zamanki gibi çok kabasın dostum. İsmini unuttuğum için bağışla beni. Bir dahaki sefere isminle ilgili bir şaka ile birlikte geleceğim. Seni biraz da olsa güldürebilir belki."
"Hıh, bilmiş kerata!"
Arkasını döndü ve topallayarak kulübeye doğru yollandı. Bacaklarıyla kısa bir zamanda ilgilenmem gerekiyordu bu ihtiyarın. Yoksa yine sırtımda taşımam gerekirdi.
Biraz daha ilerledim. O kadar büyük bir yerdi ki burası bazen kendim bile şaşırıyordum. Asla sonuna kadar ilerleyememiştim.
Bir kartal uçtu, tavşanlar sıçradı ve köpek havladı.Bir sorun vardı, köpek mi?
Üzerime atılan köpekten son anda sağa doğru yuvarlanarak kaçtım. Bana havlamaya devam ediyor ve tüm salyalarını akıtıyordu. Bu sırada kulübenin önünden ihtiyarın kahkahalarını duyabiliyordum.
"Saldır oğlum! Ye onu!"
Hemen kılıcımı çektim. Suyun altında nefes alabilen bir çocuktan almıştım bunu. Yeleğimin cebinde de arkadaşının hançeri vardı. Sonra bu vahşi şeye karşı onun daha çok etkili olacağını düşünerek kılıcı sağa fırlattım ve hançeri çektim.
Köpek üstüme atladı ve salyalarını akıta akıta beni ısırmaya çalıştı. Kesinlikle izin verilemezdi. Hayvanı güçlü ellerimin arasında tuttum. Kısa bir hareketle başını döndürdüm ve hayvan hareketsizleşti.
Bu alemde istediğim şekilde olabilirdim. Şu an bir savaşçıydım. Aynı zamanda bir avcı.
Hayvanın ayağıma bir çizik attığını fark ettim.
"Hay bin kunduz!"
Bunu aşırı havalı bir şekilde söylemiş olmalıydım ki ihtiyardan alaycı bir yorum gelmemişti. Hayır, alaycı bir yorum gelmemişti çünkü ihtiyar yerinde yoktu. Onunla sonra ilgilenebilirdim. Bacağıma baktım ve iyileşmesi için büyü fısıldadım. Bir an sonra her zamanki kaslı savaşçı ayağıma bakıyordum. Bunu her zaman havalı bulmuşumdur. İstediğim her şeyi büyü yaparak elde edebiliyordum.
Cebimi yokladım, kılıç oraya kendi başına dönmüştü bile. Akıllı şey. Gökyüzüne baktım. Hava kararıyordu. Hemen kaleye gitmem gerekiyordu. Karanlık olduğunda buralar korkutucu canavarlarla dolu olabiliyordu. Bir kısmını uzaya fırlatsam da hala çoğu ortalıkta dolanıyordu.
Uçma büyüsünü fısıldadım. Her zaman bu büyüyü unuttuğum için yenisini uyduruveriyordum. Biraz sıkıcı olsa da önemi yoktu.
Yüksek yamaçların tepesindeki kaleye baktım. Eşsiz bir manzarası vardı buranın. Keşke gece değil de gündüz gelebilseydim diye hayıflandım.
Uçarak ulu kayalıklara tırmandım. Kalenin giriş kısmına kadar geldim. Beni gören askerler hemen köprü mekanizmasını çalıştırarak bucaksız su birikintisinin üzerini kapattı. Ben de yürüyerek kaleye girdim.
"Majesteleri."
Askerlerin eğilmesine izin verdim. Bu aralar kendimi fazla şımartıyordum ama bir önemi yoktu. Kimse bana karışamazdı burada.
Fenerlerle aydınlatılmış kalenin iç kısımlarına doğru ilerledim. Duvarlarda klasik tablolar asılıydı. Sıkıcı bulsam da her kalede bunlardan olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden hala oradalardı. Yerdeki kırmızı halı kale odalarının önünden geçip, merdivenlerde son buluyordu. Odalardan birinde çalışmakta olan bilim insanına selam verip merdivenlere doğru yürüdüm. Bu bilim insanlarına ihtiyacım vardı. Onlar bu alemi nasıl daha iyi bir şekle sokacağım konusunda bana yardımcı oluyordu.
Merdivenler dimdik bir şekilde benim odama, oradan da eşsiz manzaralı balkonuma götürdü beni. Odam her zamanki gibi dağınıktı. Kale muhafızını burada görünce şaşırdım ve durdum.
"Ne işin var burada asker? Önemli bir haber mi var?"
Kale muhafızı genç bir adamdı. Kaslı vücudunu saran bir zırhı, elinde tuttuğu mızrak ve kalkanı vardı. Tam bir muhafız gibiydi. Ayrıca suratındaki yara izleri onun çok büyük savaşlardan kalma hatıralarıydı.
"Majesteleri, ejderhalar sorun çıkarıyor efendim. Onlara verdiğimiz ganimetleri yetersiz buluyor ve cücelere saldırıyorlar. Bugün bize çok fazla cüce şikayette bulunmak için geldi ve bazıları yara bere içindeydi. Onlar aşağıda tedavi odasına alındılar efendim."
Bir süre düşünmeye zaman ayırdım. Burada bol bol zamanım vardı nede olsa.
"Onlarla daha önceden konuşmuştum. Bu diyarlar bana ait ve ben huzur istiyorum. Problem çıkaran ejderhaları son kez uyarın ve onlara eğer ölmek istemiyorlarsa sorun çıkarmayı kesmelerini söyleyin."
"Majesteleri dileğiniz yerine getirilecektir."
Adamın yanından yürüdüm ve balkona çıktım. Manzarayı seyretmeye başladım. Ne manzara ama! İnsanların yaşadığı şehri görüyordum. Orayı ziyaret etmeyeli çok olmuştu. Cüceler vardı. Onların çoğunu göremiyordum çünkü yerin altındalardı. Bazıları ise yerin üzerinde ufak bir kasabada yaşıyordu. Oradan yükselen duman karanlığa rağmen görülebiliyordu. Biraz ileride elfler görülebiliyordu. En güzel şehir onlarındı. Sorun çıkarmayan tek topluluk da onlardı nedense. Sol tarafımda kalan sıralı dağlar vardı. Ulu tepeler deniyordu oraya. Ejderhaların yuvası.
Bu kadarı yeterliydi. Şimdi geri dönmem gerekiyordu çünkü gerçek hayattaki ben, tuvaletim geldiği konusunda beni uyarıyordu. Gerekli büyüyü söyledim ve kapıya geri döndüm. Orada ufak yaratığa selam verdikten sonra odama açılan kapıya geldim ve girdim.
Yatakta gözlerimi kırpıştırdım. Çok uzun zaman geçmiş gibi değildi. Halsizce kalktım ve kapıya gittim. Kapının kilidini açtım ve koridora girdim. Ortalık sessiz gibiydi. Kimseye çaktırmadan odama dönebilirsem bir rekor olacaktı bu benim için. Yaklaşık 5 gündür tuvalete giderken kimseye fark edilmemiştim ve edilmek de istemiyordum. Ama daha iki adım atamadan arkadaki odadan gelen hışırtıyla yerimde mıhlandım.
"Nereye böyle Mert hazretleri? Odanızdan çıkmaya niye zahmet ettiniz acaba? Ben sizi alıp getirebilirdim.”
Aklıma gelen ilk şeyi söyleme huyum vardır. Sadece kimseyle konuşmadığımdan fazla dikkat edilmez.
"Çişim geldi."
Annemin suratındaki sinir damarlarını görebiliyordum. Beni sevmiyor, benim belki de hiç doğmamış olmam gerektiğini düşünüyordu. Ben de ona hiç yardımcı olmuyordum doğrusu. Kitapların çoğunda gördüğüm kötü anneler gibi değildi ama annem. En azından bana vurmuyordu. Henüz.
"Tuvaletini yaptıktan sonra salona geçiyorsun beyefendi. Seni bekleyen biri var içeride."
Kim olabileceği üzerinde kafa yorarken bir yandan da tuvalete doğru koşturdum. Kapıyı kapadım. İşimi hallettikten sonra salona doğru yürüdüm ve kapıdan baktığımda gördüğüm şey hiç mi hiç hoşuma gitmedi.

21 Ocak 2016 Perşembe

Son Kurtadam - Aylık Öykü Seçkisi


Kayıp rıhtım aylık öykü seçkisi için yazdığım bir öyküdür. Asıl kaynağından okumak için lütfen tıklayın.
                                                        


                                                        Son Kurtadam

Önünde beliren uçsuz bucaksız araziye baktı. Tırmanışın verdiği yorgunlukla çöktü ve manzaranın tadını çıkarmaya başladı. İçine çektiği hava, yılların verdiği yorgunluğu bir nebze de olsa hafifleten bir ilaç gibiydi. Amaçsız hayatına yüklenen anlamsız yükler, bitkin olan benliğini hissizleştirmiş, yıkmıştı. Ama her şeye rağmen içinden bir his, bu anlamsız çırpınışının bu gece biteceğini söylüyordu.

Kimi zaman inanmayı reddettiği gerçekler hayatı boyunca onu takip etmiş, peşini bırakmamıştı. Onun ki bağnazlık değil sadece korkuydu. Yıllarca kaçmaya çalıştığı hastalık, büyü, lanet, adını koyamadığı bu gerçekten korkuyordu. Gece onun için herkesin gözüne görünenden daha karanlıktı. Çünkü peşini bırakmayan karanlık her gece gücünü kazanıyor, aydınlık ve sıcak olan ruhunu, karanlık ve soğukla dolduruyordu.

Derin bir nefes aldı. Hastalıklı ruhunu insanlıktan uzakta tutmak için çıktığı bu tepe, ruhunu zincirlediği bir karantinaydı. Karanlık, ruhunun zincirlerini kırsa da, bedeninin zincirlerini kıramıyordu. Vakit yaklaştıkça, sona da yaklaşmaya başladığını fark etti.

Her gece çıktığı bu tepeden bazen normal bir insan olarak iniyordu. Bazense zincirlenmiş bir halde uyanıyordu. Bunun bir düzeni olup olmadığını hiç düşünmemişti. Sadece buraya geliyor ve kendini zincirliyordu. Kendini kaybettiğinde ne olduğu hakkında da bir fikri yoktu. Sadece dönüşümüne tanıklık edebilecek kadar uyanık kalıyordu. Uyandığındaysa kilidi açmak için anahtarı çevirmesi yetiyordu.

Şafak vaktinde bulunduğu tepenin manzarasını hiçbir şeye değişmezdi. Korku ve acı dolu hayatına kısa bir mola veriyordu burada. Belki de sadece ona güzel görünüyordu bu manzara. Yıllardır içinde bulamadığı güzellikleri bulma ihtiyacı, gözlerinde bu manzarayı mükemmelleştiriyordu. Onun için fark etmezdi. Kısa süreli huzurunu hiç bir şeyin bozmasına izin vermezdi.

Güneş battıkça gerginliği de arttı. Dönüşüm başlamak üzereydi. Toprağa gömdüğü bir demire bağlı olan bir zincir ve ona bağlı olan kelepçeyi eline aldı. Sol ayağına bağladığı kelepçeyi kilitledi ve anahtarı cebine tıktı. Lanetin bulaştığı ilk yıllar aklına geldi. O zamanlar ne olduğu hakkında bir fikri olmadığından dönüşümü kayıtsız bir şekilde izliyor, uyandığındaysa kendini insan cesetlerinin arasında buluyordu. İnsanlar onun peşine düştüğündeyse bu tepeye sığınmıştı. Sona yaklaşırken hiç iyi hatırası olmadığı aklına geldi. Adalet onun dünyasında olmayan bir kavramdı.

Elleri karıncalanmaya başlamıştı. Tüm vücudu yanmaya ve kaşınmaya başladı. Ellerinin kontrolünü kaybediyordu. Tüm vücudunu yırtarcasına kaşıma isteğine karşı koymaya çalıştı.

“Bu gece olmaz! Bu gece olacak!”

Kontrolünü kaybediyordu. Düşünceler zihnini bulandırmaya başlamıştı. Elini cebine attı ve soğuk bir nesneye değdi eli. Onu sıkıca kavradı ve kaldırdı. Zaman onun düşmanıydı. Bu son fırsatıydı. Bu gecelik son şansı buydu. Son kez batmakta olan güneşe doğru baktı. İstemsizce özlem duymaya başlamıştı şimdiden. Hiç yaşayamadığı duygular için üzüldü son kez. Hiç aşık olamamıştı. Sevgi nedir bilmeyen bir gece yaratığıydı. Zalim ve korkusuz…

Elindeki nesne batan güneşin ardından parladı. Keskin bir bıçak kalbine saplandığında son kez haykırdı. Son kez bir acı hissetti, hem ruhunda, hem vücudunda. İşte o, son kurtadam …