3 Haziran 2016 Cuma

Hayal Dünyası (Bölüm 1)

                                            

                                                 Beklenmedik ziyaret

Hayallerinde yaşayan bir çocuktum. Asosyaldim. İnsanlarla iletişime geçmemek için odamın kapısı her zaman kilitliydi. Yalnızca temel ihtiyaçlarımı karşılamak için açardım kapıyı, sonra da hızla huzura geri döner, tuvaletim geldiğinde ya da annem kapıma kadar gelip "Yemek saati!" diye haşince seslenene kadar odamda kalırdım. Odamda kaldığım süre boyunca kitap okurdum. İsmini önemsemediğim sayısız çizgi roman okurdum. Bunların hiç birini ben almadığım için isimleri de önemsizdi benim için. Sadece karakterleri önemsiyordum. Evet, onlar olmasa bir hiçtim.
Hayallerimde yaşadığımı söylemiştim. Okuduğum sayısız romandan karakterlerle dolu bir evrenim vardı. Her geçen gün genişleyen bir evrendi bu. Babam her eve geldiğinde bana yeni bir kitap ya da ucuz çizgi romanlardan getirirdi. Ben de bu kaynaklardan karakterleri toplar, kendi dünyama götürürdüm. Genelde Çalıştığı yerdeki arkadaşlarının çocuklarından aldığını söylerdi. "Kitaba iyi davran. Sakın kenarını falan kıvırayım deme, emanet ona göre!"
Hayatımın tek neşesi olan eşyalara kötü davranmamamı her defasında tekrarlardı. Beni salak sanıyordu sanırım. Odasından çıkmayan bir psikopat olabilirdim, asosyal ve saldırgan olabilirdim (küçüklüğümde çok fazla bardak kırmışlığım vardır). Ama asla bir kitaba kötü davranmazdım. Çünkü kitabın içinde yaşayan insanlara, hatta yaratıklara, saygısızlık etmezdim. Eğer kitabında bir cüce varsa ve bu cüceye iyi davranmazsan asla hayal dünyana girmezdi. İnatçı şeylerdi bu cüceler. Dahası kitaplara iyi davranmazsam babam asla yenisini getirmezdi. Bu yüzden her gün uslu uslu oturur, kitabım geldiğinde bir çırpıda bitirir ve hayal dünyama katardım. Bir sonraki hikayeye kadar hayal aleminde dolaşır, farklı karakterleri birbiriyle tanıştırırdım. Bazen kötü yaratıklarla da karşılaştığım olmuyor değildi. Ben bunun için de etkili bir yöntem bulmuştum. Nerede kötücül bir şey bulsam onu uzaya fırlatıyordum. Mesela iki gün önce vampirlere saldıran orgların alemine mancınık koyup hepsini uzaya yollamıştım. Bu vampirler kötücül değildi, sanırım. İşin özeti, hayatım tam anlamıyla kusursuzdu.
Size anlatacağım hikaye on ikinci yaş günümde hayatımın nasıl bir anda değiştiğinin hikayesidir. Orgları uzaya yollamanın rahatlığıyla yaşarken bir anda her şeyimin nasıl benden alındığının hikayesi.
Evet, doğum günümdü o gün. Normalde doğum günüm olduğundan bile haberim yoktu. O akşam yapılan sürpriz kutlamada haberim olmuştu. 11 temmuz 2008 sabahı erkenden kalkıp kitabıma sarıldım. Sarıldım dediysem mecazi olarak değil. Gerçek anlamda kitabımı geceliğimin içindeki kollarıma aldım ve kafamı yasladım. Çünkü babam dün akşam çok geç gelmişti ve uyuyakalmıştım. Kitabımı sabah kapının altında buldum. Bunun için kendime kızsam da yapabileceğim bir şey yoktu.
Kitabımı hemen açıp okumaya başladım. Zaman kaybetmeye tahammül edemezdim. Bir an önce hayal dünyama giriş yapmalıydım. Sayfalar hızla akıp gidiyordu. Okuduğum kitap bir hikayeler derlemesiydi. Kesinlikle ilham verici olanları olsa da hikayelerin çoğu vasattı. Çok ince bir cilt olduğu için de bitirmem çok kısa sürdü. Kitabı düzgüncü masaya yerleştirdim. Kapının kilidini kontrol ettim. Yatağıma geri döndüm ve gözümü kapadım.
Hayaller kapısı önümdeydi. Başka kimsenin benim dünyama girmemesi için kapı çok sıkı bir şekilde kilitliydi. Odamın ahşap kapısı gibi yarı kırık vaziyette de değildi. Tamamen demirden yapılmış, oymalı ve havalı bir kapı. Kilide baktım. Evet, her zamanki gibi orada duran bir yaratık vardı. Bana bir bilmece soracak, ve bilebilirsem kapıyı açacaktı. Tabii soracağı bilmece de bana ait olduğundan pek adil bir sınav sayılmazdı ama en azından yabancılara karşı bir koruma sağlıyordu. Bu bilmece sever yaratığı bir yerlerde okumuştum ama aklıma gelmiyordu. Çoğu özelliği hafızam yüzünden uzaya fırlatılmış gibiydi. Ben de onu değiştirip dünyama uygun hale getirmiştim.
"Efendi hazretleri, bugün sizler için neler yapabilirim efendim?”
"Hayal kapısını açabilirsin mesela kunduz."
Yaratık kilidin içinde kımıldandı, kilidin içine girebilecek kadar kendini küçültebilme yeteneğini vermiştim ona.
"Geçen sefer bana daha güzel bir şekilde seslenmiştiniz efendim. Lütfen bana iltifat edin ki kapıyı sizin huzurunuza açabileyim."
Bir süre hayvana baktım ve dedim ki:
"Sen nasıl bir hizmetkarsın? Hizmetkarlar iltifat beklemez, iltifat eder. Şimdi bana bildiğin en güzel kelimeleri söyle ki arkamı dönüp gitmeyeyim."
Bir süre bakıştık ve söylediğim şeyin saçmalığını o da fark etmiş olacak ki cevap vermedi. Ben de bu fırsattan yararlanarak yeni bir şey uydurdum.
"Şimdi bana öyle bir şey söyle ki senin yerine başka birini getirmeyeyim. Hatta seni mancınıkla uzaya yollamayayım."
Kızgın gibi görünmeye dikkat ettim ve o da hemen konuştu.

"Siz majesteleri, bugüne kadar dünyaya gelmiş en akıllı çocuksunuz. Bu dünyada bana bir yer vermeniz bile benim için bir şereftir. Siz bu diyarın kralı, benim efendimsiniz. Hatta eğer isterseniz size bilmece bile sormam efendim çünkü buraya sizden başka kimse gelmiyor."
"Hah, kafir(bu kelimeyi yeni öğrenmiştim)! "Hah, kafir(bu kelimeyi yeni öğrenmiştim)! Bu ne cürret! Bu diyarların değersiz olduğunu mu ima ediyorsun?”
"E, e efendim kesinlikle ima ettiğim şey bu değildi. Demek istediğim bu diyara sizden başka kimsenin girmeyi hak etmediğiydi."

Bu şekilde kıvrandırmaya bayılıyordum şu küçük yaratığı.
"Güzel, iyi kıvırdın. Şimdi sor bakalım bilmeceni."
Yaratık bir süre yere baktı. Sonra sırıtarak sarımtırak dişlerinin arasından çıkan diliyle konuşmaya başladı.
"Herkes ona tapar, göklerde yaşar, yağdırır su ve kapar havada kokuşmuş orgu."
Kendi kendime gülmeye başladım. Bu şu ana kadarki en komik bilmeceydi. Tabii ki cevabı da biliyordum çünkü soru benim hayal gücümle ortaya çıkmıştı.
"Güzel bir bilmece gergedan. Hey dur, bu isim sana yakıştı. Gergedan!"
Yaratık yüzünü astı ama ses etmedi.
"Cevap ise tanrı. Beni ve seni yaratan."
Bunları da bir kitaptan okumuştum. Her şeyi yaratan bir adam vardı. Kötülere karşı savaşanlara yardım ediyordu. Ama bu adamın kim olduğunu bilmiyordum. Anne babama sormaya çekindiğimden şimdilik kendi kaynaklarımla yetinmek zorundaydım.
"Çok iyi efendim çok iyi. Her zamanki gibi zekanıza hayran kaldım. Kapı sizin için açılıyor."
Sonra küçük canavar delikten atladı ve toprak zemin üzerine kondu. Keskin ayak tırnakları yeri kavradı ve gittikçe büyümeye başladı.
Kapı hayal dünyasına açılan bir portaldı. Bir anda dönen bir borunun içine girmiştim. Denizci kitaplarındaki deniz girdabına da benziyordu. Ama siyah beyazdı. Okuduğum çizgi romanlardan biri burada da işime yaramıştı.
Kısa sürede hayal dünyama ulaştım. Olabildiğine karışık bir yerdi. Kaybolmamak için her yere tabela asmak zorunda kalmıştım. Çimenden bir arazideydim. Burası sık ağaçlarla kaplı bir araziydi ve bol bol sincap bulunduruyordu. Orman dedikleri bu yere girdim. Kesinlikle eşsiz bir yerdi. Büyüleyici hayvanlarla doluydu. Yerde renkli kertenkeleler ayağıma dolanıyordu. Kuşların ötüşünü duyuyordum. Yeşil şekerlemelerin arasından fırlamış rengarenk şekerlemelere benziyordu burası.
Ben daha derinlere ilerlerken sağ taraftaki yabani çalılıkların arasından kükreyerek bir aslan fırladı. Kadim bir diyardan getirmiştim onu. Ama onun için hala uygun bir yer arıyordum. Okuduğum kitapların çoğunda aslanlara yer verilmiyordu. Bu yüzden onu şimdilik bekletiyordum. Aslan ayağıma sürtündü ve ben de kafasını okşadım. Sonra onu bırakıp ormanın içlerine doğru ilerledim.
İleride ormanın bittiği yerde bir göl vardı. Oraya kadar yürüdüm ve suyun dizlerime kadar gelmesine izin verdim. Su tanelerinin dizime değmek için sıraya girmesini hayal ettim ve köpürmelerini seyrettim. Bu gölü okyanusa benzeten bir kızı okumuştum. Gölünü almama kızmamasını umuyordum.
Sudan çıktım ve gölün etrafında ilerlemeye başladım. Kurbağaların zıpladığı, nilüferlerin suda salındığı yerleri geçtim. Eski bir kayıkçı teknesinin yanından geçerken ona dokunmayı da ihmal etmedim. Ona sevgiyle yaklaşan bir sahibi vardı çünkü.
"Hey, sen!"
Ses hemen ilerideki bir kulübeden gelmişti. Belinde bir kılıçla ayakta duran yaşlı bir adam, kahverenginin en koyu halindeki bir tahtadan yapılmış kulübenin önünde bekliyordu. Huysuz bir moruktu bu ama uzaya yollamaya kıyamamıştım. Bu diyarın en eskilerinden biri olduğu için saygıyı hak ediyordu çünkü.
Yaşlı adama baktım ve el salladım.
"Naber?"
"Hah, gördüğün gibi seni görmemle ekşimem bir oldu. Çürük bir sıçan eti bile senin kadar etkili değil."
"Her zamanki gibi çok kabasın dostum. İsmini unuttuğum için bağışla beni. Bir dahaki sefere isminle ilgili bir şaka ile birlikte geleceğim. Seni biraz da olsa güldürebilir belki."
"Hıh, bilmiş kerata!"
Arkasını döndü ve topallayarak kulübeye doğru yollandı. Bacaklarıyla kısa bir zamanda ilgilenmem gerekiyordu bu ihtiyarın. Yoksa yine sırtımda taşımam gerekirdi.
Biraz daha ilerledim. O kadar büyük bir yerdi ki burası bazen kendim bile şaşırıyordum. Asla sonuna kadar ilerleyememiştim.
Bir kartal uçtu, tavşanlar sıçradı ve köpek havladı.Bir sorun vardı, köpek mi?
Üzerime atılan köpekten son anda sağa doğru yuvarlanarak kaçtım. Bana havlamaya devam ediyor ve tüm salyalarını akıtıyordu. Bu sırada kulübenin önünden ihtiyarın kahkahalarını duyabiliyordum.
"Saldır oğlum! Ye onu!"
Hemen kılıcımı çektim. Suyun altında nefes alabilen bir çocuktan almıştım bunu. Yeleğimin cebinde de arkadaşının hançeri vardı. Sonra bu vahşi şeye karşı onun daha çok etkili olacağını düşünerek kılıcı sağa fırlattım ve hançeri çektim.
Köpek üstüme atladı ve salyalarını akıta akıta beni ısırmaya çalıştı. Kesinlikle izin verilemezdi. Hayvanı güçlü ellerimin arasında tuttum. Kısa bir hareketle başını döndürdüm ve hayvan hareketsizleşti.
Bu alemde istediğim şekilde olabilirdim. Şu an bir savaşçıydım. Aynı zamanda bir avcı.
Hayvanın ayağıma bir çizik attığını fark ettim.
"Hay bin kunduz!"
Bunu aşırı havalı bir şekilde söylemiş olmalıydım ki ihtiyardan alaycı bir yorum gelmemişti. Hayır, alaycı bir yorum gelmemişti çünkü ihtiyar yerinde yoktu. Onunla sonra ilgilenebilirdim. Bacağıma baktım ve iyileşmesi için büyü fısıldadım. Bir an sonra her zamanki kaslı savaşçı ayağıma bakıyordum. Bunu her zaman havalı bulmuşumdur. İstediğim her şeyi büyü yaparak elde edebiliyordum.
Cebimi yokladım, kılıç oraya kendi başına dönmüştü bile. Akıllı şey. Gökyüzüne baktım. Hava kararıyordu. Hemen kaleye gitmem gerekiyordu. Karanlık olduğunda buralar korkutucu canavarlarla dolu olabiliyordu. Bir kısmını uzaya fırlatsam da hala çoğu ortalıkta dolanıyordu.
Uçma büyüsünü fısıldadım. Her zaman bu büyüyü unuttuğum için yenisini uyduruveriyordum. Biraz sıkıcı olsa da önemi yoktu.
Yüksek yamaçların tepesindeki kaleye baktım. Eşsiz bir manzarası vardı buranın. Keşke gece değil de gündüz gelebilseydim diye hayıflandım.
Uçarak ulu kayalıklara tırmandım. Kalenin giriş kısmına kadar geldim. Beni gören askerler hemen köprü mekanizmasını çalıştırarak bucaksız su birikintisinin üzerini kapattı. Ben de yürüyerek kaleye girdim.
"Majesteleri."
Askerlerin eğilmesine izin verdim. Bu aralar kendimi fazla şımartıyordum ama bir önemi yoktu. Kimse bana karışamazdı burada.
Fenerlerle aydınlatılmış kalenin iç kısımlarına doğru ilerledim. Duvarlarda klasik tablolar asılıydı. Sıkıcı bulsam da her kalede bunlardan olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden hala oradalardı. Yerdeki kırmızı halı kale odalarının önünden geçip, merdivenlerde son buluyordu. Odalardan birinde çalışmakta olan bilim insanına selam verip merdivenlere doğru yürüdüm. Bu bilim insanlarına ihtiyacım vardı. Onlar bu alemi nasıl daha iyi bir şekle sokacağım konusunda bana yardımcı oluyordu.
Merdivenler dimdik bir şekilde benim odama, oradan da eşsiz manzaralı balkonuma götürdü beni. Odam her zamanki gibi dağınıktı. Kale muhafızını burada görünce şaşırdım ve durdum.
"Ne işin var burada asker? Önemli bir haber mi var?"
Kale muhafızı genç bir adamdı. Kaslı vücudunu saran bir zırhı, elinde tuttuğu mızrak ve kalkanı vardı. Tam bir muhafız gibiydi. Ayrıca suratındaki yara izleri onun çok büyük savaşlardan kalma hatıralarıydı.
"Majesteleri, ejderhalar sorun çıkarıyor efendim. Onlara verdiğimiz ganimetleri yetersiz buluyor ve cücelere saldırıyorlar. Bugün bize çok fazla cüce şikayette bulunmak için geldi ve bazıları yara bere içindeydi. Onlar aşağıda tedavi odasına alındılar efendim."
Bir süre düşünmeye zaman ayırdım. Burada bol bol zamanım vardı nede olsa.
"Onlarla daha önceden konuşmuştum. Bu diyarlar bana ait ve ben huzur istiyorum. Problem çıkaran ejderhaları son kez uyarın ve onlara eğer ölmek istemiyorlarsa sorun çıkarmayı kesmelerini söyleyin."
"Majesteleri dileğiniz yerine getirilecektir."
Adamın yanından yürüdüm ve balkona çıktım. Manzarayı seyretmeye başladım. Ne manzara ama! İnsanların yaşadığı şehri görüyordum. Orayı ziyaret etmeyeli çok olmuştu. Cüceler vardı. Onların çoğunu göremiyordum çünkü yerin altındalardı. Bazıları ise yerin üzerinde ufak bir kasabada yaşıyordu. Oradan yükselen duman karanlığa rağmen görülebiliyordu. Biraz ileride elfler görülebiliyordu. En güzel şehir onlarındı. Sorun çıkarmayan tek topluluk da onlardı nedense. Sol tarafımda kalan sıralı dağlar vardı. Ulu tepeler deniyordu oraya. Ejderhaların yuvası.
Bu kadarı yeterliydi. Şimdi geri dönmem gerekiyordu çünkü gerçek hayattaki ben, tuvaletim geldiği konusunda beni uyarıyordu. Gerekli büyüyü söyledim ve kapıya geri döndüm. Orada ufak yaratığa selam verdikten sonra odama açılan kapıya geldim ve girdim.
Yatakta gözlerimi kırpıştırdım. Çok uzun zaman geçmiş gibi değildi. Halsizce kalktım ve kapıya gittim. Kapının kilidini açtım ve koridora girdim. Ortalık sessiz gibiydi. Kimseye çaktırmadan odama dönebilirsem bir rekor olacaktı bu benim için. Yaklaşık 5 gündür tuvalete giderken kimseye fark edilmemiştim ve edilmek de istemiyordum. Ama daha iki adım atamadan arkadaki odadan gelen hışırtıyla yerimde mıhlandım.
"Nereye böyle Mert hazretleri? Odanızdan çıkmaya niye zahmet ettiniz acaba? Ben sizi alıp getirebilirdim.”
Aklıma gelen ilk şeyi söyleme huyum vardır. Sadece kimseyle konuşmadığımdan fazla dikkat edilmez.
"Çişim geldi."
Annemin suratındaki sinir damarlarını görebiliyordum. Beni sevmiyor, benim belki de hiç doğmamış olmam gerektiğini düşünüyordu. Ben de ona hiç yardımcı olmuyordum doğrusu. Kitapların çoğunda gördüğüm kötü anneler gibi değildi ama annem. En azından bana vurmuyordu. Henüz.
"Tuvaletini yaptıktan sonra salona geçiyorsun beyefendi. Seni bekleyen biri var içeride."
Kim olabileceği üzerinde kafa yorarken bir yandan da tuvalete doğru koşturdum. Kapıyı kapadım. İşimi hallettikten sonra salona doğru yürüdüm ve kapıdan baktığımda gördüğüm şey hiç mi hiç hoşuma gitmedi.

0 Yorumlayın:

Yorum Gönder