Beklenmedik ziyaret
Hayallerinde
yaşayan bir çocuktum. Asosyaldim. İnsanlarla iletişime geçmemek
için odamın kapısı her zaman kilitliydi. Yalnızca temel
ihtiyaçlarımı karşılamak için açardım kapıyı, sonra da
hızla huzura geri döner, tuvaletim geldiğinde ya da annem kapıma
kadar gelip "Yemek saati!" diye haşince seslenene kadar
odamda kalırdım. Odamda kaldığım süre boyunca kitap okurdum.
İsmini önemsemediğim sayısız çizgi roman okurdum. Bunların hiç
birini ben almadığım için isimleri de önemsizdi benim için.
Sadece karakterleri önemsiyordum. Evet, onlar olmasa bir hiçtim.
Hayallerimde
yaşadığımı söylemiştim. Okuduğum sayısız romandan
karakterlerle dolu bir evrenim vardı. Her geçen gün genişleyen
bir evrendi bu. Babam her eve geldiğinde bana yeni bir kitap ya da
ucuz çizgi romanlardan getirirdi. Ben de bu kaynaklardan
karakterleri toplar, kendi dünyama götürürdüm. Genelde Çalıştığı
yerdeki arkadaşlarının çocuklarından aldığını söylerdi.
"Kitaba iyi davran. Sakın kenarını falan kıvırayım deme,
emanet ona göre!"
Hayatımın
tek neşesi olan eşyalara kötü davranmamamı her defasında
tekrarlardı. Beni salak sanıyordu sanırım. Odasından çıkmayan
bir psikopat olabilirdim, asosyal ve saldırgan olabilirdim
(küçüklüğümde çok fazla bardak kırmışlığım vardır). Ama
asla bir kitaba kötü davranmazdım. Çünkü kitabın içinde
yaşayan insanlara, hatta yaratıklara, saygısızlık etmezdim. Eğer
kitabında bir cüce varsa ve bu cüceye iyi davranmazsan asla hayal
dünyana girmezdi. İnatçı şeylerdi bu cüceler. Dahası kitaplara
iyi davranmazsam babam asla yenisini getirmezdi. Bu yüzden her gün
uslu uslu oturur, kitabım geldiğinde bir çırpıda bitirir ve
hayal dünyama katardım. Bir sonraki hikayeye kadar hayal aleminde
dolaşır, farklı karakterleri birbiriyle tanıştırırdım. Bazen
kötü yaratıklarla da karşılaştığım olmuyor değildi. Ben
bunun için de etkili bir yöntem bulmuştum. Nerede kötücül bir
şey bulsam onu uzaya fırlatıyordum. Mesela iki gün önce
vampirlere saldıran orgların alemine mancınık koyup hepsini uzaya
yollamıştım. Bu vampirler kötücül değildi, sanırım. İşin
özeti, hayatım tam anlamıyla kusursuzdu.
Size
anlatacağım hikaye on ikinci yaş günümde hayatımın nasıl bir
anda değiştiğinin hikayesidir. Orgları uzaya yollamanın
rahatlığıyla yaşarken bir anda her şeyimin nasıl benden
alındığının hikayesi.
Evet,
doğum günümdü o gün. Normalde doğum günüm olduğundan bile
haberim yoktu. O akşam yapılan sürpriz kutlamada haberim olmuştu.
11 temmuz 2008 sabahı erkenden kalkıp kitabıma sarıldım.
Sarıldım dediysem mecazi olarak değil. Gerçek anlamda kitabımı
geceliğimin içindeki kollarıma aldım ve kafamı yasladım. Çünkü
babam dün akşam çok geç gelmişti ve uyuyakalmıştım. Kitabımı
sabah kapının altında buldum. Bunun için kendime kızsam da
yapabileceğim bir şey yoktu.
Kitabımı
hemen açıp okumaya başladım. Zaman kaybetmeye tahammül
edemezdim. Bir an önce hayal dünyama giriş yapmalıydım. Sayfalar
hızla akıp gidiyordu. Okuduğum kitap bir hikayeler derlemesiydi.
Kesinlikle ilham verici olanları olsa da hikayelerin çoğu vasattı.
Çok ince bir cilt olduğu için de bitirmem çok kısa sürdü.
Kitabı düzgüncü masaya yerleştirdim. Kapının kilidini kontrol
ettim. Yatağıma geri döndüm ve gözümü kapadım.
Hayaller
kapısı önümdeydi. Başka kimsenin benim dünyama girmemesi için
kapı çok sıkı bir şekilde kilitliydi. Odamın ahşap kapısı
gibi yarı kırık vaziyette de değildi. Tamamen demirden yapılmış,
oymalı ve havalı bir kapı. Kilide baktım. Evet, her zamanki gibi
orada duran bir yaratık vardı. Bana bir bilmece soracak, ve
bilebilirsem kapıyı açacaktı. Tabii soracağı bilmece de bana
ait olduğundan pek adil bir sınav sayılmazdı ama en azından
yabancılara karşı bir koruma sağlıyordu. Bu bilmece sever
yaratığı bir yerlerde okumuştum ama aklıma gelmiyordu. Çoğu
özelliği hafızam yüzünden uzaya fırlatılmış gibiydi. Ben de
onu değiştirip dünyama uygun hale getirmiştim.
"Efendi
hazretleri, bugün sizler için neler yapabilirim efendim?”
"Hayal
kapısını açabilirsin mesela kunduz."
Yaratık
kilidin içinde kımıldandı, kilidin içine girebilecek kadar
kendini küçültebilme yeteneğini vermiştim ona.
"Geçen
sefer bana daha güzel bir şekilde seslenmiştiniz efendim. Lütfen
bana iltifat edin ki kapıyı sizin huzurunuza açabileyim."
Bir
süre hayvana baktım ve dedim ki:
"Sen
nasıl bir hizmetkarsın? Hizmetkarlar iltifat beklemez, iltifat
eder. Şimdi bana bildiğin en güzel kelimeleri söyle ki arkamı
dönüp gitmeyeyim."
Bir
süre bakıştık ve söylediğim şeyin saçmalığını o da fark
etmiş olacak ki cevap vermedi. Ben de bu fırsattan yararlanarak
yeni bir şey uydurdum.
"Şimdi
bana öyle bir şey söyle ki senin yerine başka birini
getirmeyeyim. Hatta seni mancınıkla uzaya yollamayayım."
Kızgın
gibi görünmeye dikkat ettim ve o da hemen konuştu.
"Siz
majesteleri, bugüne kadar dünyaya gelmiş en akıllı çocuksunuz.
Bu dünyada bana bir yer vermeniz bile benim için bir şereftir. Siz
bu diyarın kralı, benim efendimsiniz. Hatta eğer isterseniz size
bilmece bile sormam efendim çünkü buraya sizden başka kimse
gelmiyor."
"Hah,
kafir(bu kelimeyi yeni öğrenmiştim)! "Hah, kafir(bu kelimeyi
yeni öğrenmiştim)! Bu ne cürret! Bu diyarların değersiz
olduğunu mu ima ediyorsun?”
"E,
e efendim kesinlikle ima ettiğim şey bu değildi. Demek istediğim
bu diyara sizden başka kimsenin girmeyi hak etmediğiydi."
Bu
şekilde kıvrandırmaya bayılıyordum şu küçük yaratığı.
"Güzel,
iyi kıvırdın. Şimdi sor bakalım bilmeceni."
Yaratık
bir süre yere baktı. Sonra sırıtarak sarımtırak dişlerinin
arasından çıkan diliyle konuşmaya başladı.
"Herkes
ona tapar, göklerde yaşar, yağdırır su ve kapar havada kokuşmuş
orgu."
Kendi
kendime gülmeye başladım. Bu şu ana kadarki en komik bilmeceydi.
Tabii ki cevabı da biliyordum çünkü soru benim hayal gücümle
ortaya çıkmıştı.
"Güzel
bir bilmece gergedan. Hey dur, bu isim sana yakıştı. Gergedan!"
Yaratık
yüzünü astı ama ses etmedi.
"Cevap
ise tanrı. Beni ve seni yaratan."
Bunları
da bir kitaptan okumuştum. Her şeyi yaratan bir adam vardı.
Kötülere karşı savaşanlara yardım ediyordu. Ama bu adamın kim
olduğunu bilmiyordum. Anne babama sormaya çekindiğimden şimdilik
kendi kaynaklarımla yetinmek zorundaydım.
"Çok
iyi efendim çok iyi. Her zamanki gibi zekanıza hayran kaldım. Kapı
sizin için açılıyor."
Sonra
küçük canavar delikten atladı ve toprak zemin üzerine kondu.
Keskin ayak tırnakları yeri kavradı ve gittikçe büyümeye
başladı.
Kapı
hayal dünyasına açılan bir portaldı. Bir anda dönen bir borunun
içine girmiştim. Denizci kitaplarındaki deniz girdabına da
benziyordu. Ama siyah beyazdı. Okuduğum çizgi romanlardan biri
burada da işime yaramıştı.
Kısa
sürede hayal dünyama ulaştım. Olabildiğine karışık bir yerdi.
Kaybolmamak için her yere tabela asmak zorunda kalmıştım.
Çimenden bir arazideydim. Burası sık ağaçlarla kaplı bir
araziydi ve bol bol sincap bulunduruyordu. Orman dedikleri bu yere
girdim. Kesinlikle eşsiz bir yerdi. Büyüleyici hayvanlarla
doluydu. Yerde renkli kertenkeleler ayağıma dolanıyordu. Kuşların
ötüşünü duyuyordum. Yeşil şekerlemelerin arasından fırlamış
rengarenk şekerlemelere benziyordu burası.
Ben
daha derinlere ilerlerken sağ taraftaki yabani çalılıkların
arasından kükreyerek bir aslan fırladı. Kadim bir diyardan
getirmiştim onu. Ama onun için hala uygun bir yer arıyordum.
Okuduğum kitapların çoğunda aslanlara yer verilmiyordu. Bu yüzden
onu şimdilik bekletiyordum. Aslan ayağıma sürtündü ve ben de
kafasını okşadım. Sonra onu bırakıp ormanın içlerine doğru
ilerledim.
İleride
ormanın bittiği yerde bir göl vardı. Oraya kadar yürüdüm ve
suyun dizlerime kadar gelmesine izin verdim. Su tanelerinin dizime
değmek için sıraya girmesini hayal ettim ve köpürmelerini
seyrettim. Bu gölü okyanusa benzeten bir kızı okumuştum. Gölünü
almama kızmamasını umuyordum.
Sudan
çıktım ve gölün etrafında ilerlemeye başladım. Kurbağaların
zıpladığı, nilüferlerin suda salındığı yerleri geçtim. Eski
bir kayıkçı teknesinin yanından geçerken ona dokunmayı da ihmal
etmedim. Ona sevgiyle yaklaşan bir sahibi vardı çünkü.
"Hey,
sen!"
Ses
hemen ilerideki bir kulübeden gelmişti. Belinde bir kılıçla
ayakta duran yaşlı bir adam, kahverenginin en koyu halindeki bir
tahtadan yapılmış kulübenin önünde bekliyordu. Huysuz bir
moruktu bu ama uzaya yollamaya kıyamamıştım. Bu diyarın en
eskilerinden biri olduğu için saygıyı hak ediyordu çünkü.
Yaşlı
adama baktım ve el salladım.
"Naber?"
"Hah,
gördüğün gibi seni görmemle ekşimem bir oldu. Çürük bir
sıçan eti bile senin kadar etkili değil."
"Her
zamanki gibi çok kabasın dostum. İsmini unuttuğum için bağışla
beni. Bir dahaki sefere isminle ilgili bir şaka ile birlikte
geleceğim. Seni biraz da olsa güldürebilir belki."
"Hıh,
bilmiş kerata!"
Arkasını
döndü ve topallayarak kulübeye doğru yollandı. Bacaklarıyla
kısa bir zamanda ilgilenmem gerekiyordu bu ihtiyarın. Yoksa yine
sırtımda taşımam gerekirdi.
Biraz
daha ilerledim. O kadar büyük bir yerdi ki burası bazen kendim
bile şaşırıyordum. Asla sonuna kadar ilerleyememiştim.
Bir
kartal uçtu, tavşanlar sıçradı ve köpek havladı.Bir sorun
vardı, köpek mi?
Üzerime
atılan köpekten son anda sağa doğru yuvarlanarak kaçtım. Bana
havlamaya devam ediyor ve tüm salyalarını akıtıyordu. Bu sırada
kulübenin önünden ihtiyarın kahkahalarını duyabiliyordum.
"Saldır
oğlum! Ye onu!"
Hemen
kılıcımı çektim. Suyun altında nefes alabilen bir çocuktan
almıştım bunu. Yeleğimin cebinde de arkadaşının hançeri
vardı. Sonra bu vahşi şeye karşı onun daha çok etkili olacağını
düşünerek kılıcı sağa fırlattım ve hançeri çektim.
Köpek
üstüme atladı ve salyalarını akıta akıta beni ısırmaya
çalıştı. Kesinlikle izin verilemezdi. Hayvanı güçlü ellerimin
arasında tuttum. Kısa bir hareketle başını döndürdüm ve
hayvan hareketsizleşti.
Bu
alemde istediğim şekilde olabilirdim. Şu an bir savaşçıydım.
Aynı zamanda bir avcı.
Hayvanın
ayağıma bir çizik attığını fark ettim.
"Hay
bin kunduz!"
Bunu
aşırı havalı bir şekilde söylemiş olmalıydım ki ihtiyardan
alaycı bir yorum gelmemişti. Hayır, alaycı bir yorum gelmemişti
çünkü ihtiyar yerinde yoktu. Onunla sonra ilgilenebilirdim.
Bacağıma baktım ve iyileşmesi için büyü fısıldadım. Bir an
sonra her zamanki kaslı savaşçı ayağıma bakıyordum. Bunu her
zaman havalı bulmuşumdur. İstediğim her şeyi büyü yaparak elde
edebiliyordum.
Cebimi
yokladım, kılıç oraya kendi başına dönmüştü bile. Akıllı
şey. Gökyüzüne baktım. Hava kararıyordu. Hemen kaleye gitmem
gerekiyordu. Karanlık olduğunda buralar korkutucu canavarlarla dolu
olabiliyordu. Bir kısmını uzaya fırlatsam da hala çoğu
ortalıkta dolanıyordu.
Uçma
büyüsünü fısıldadım. Her zaman bu büyüyü unuttuğum için
yenisini uyduruveriyordum. Biraz sıkıcı olsa da önemi yoktu.
Yüksek
yamaçların tepesindeki kaleye baktım. Eşsiz bir manzarası vardı
buranın. Keşke gece değil de gündüz gelebilseydim diye
hayıflandım.
Uçarak
ulu kayalıklara tırmandım. Kalenin giriş kısmına kadar geldim.
Beni gören askerler hemen köprü mekanizmasını çalıştırarak
bucaksız su birikintisinin üzerini kapattı. Ben de yürüyerek
kaleye girdim.
"Majesteleri."
Askerlerin
eğilmesine izin verdim. Bu aralar kendimi fazla şımartıyordum ama
bir önemi yoktu. Kimse bana karışamazdı burada.
Fenerlerle
aydınlatılmış kalenin iç kısımlarına doğru ilerledim.
Duvarlarda klasik tablolar asılıydı. Sıkıcı bulsam da her
kalede bunlardan olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden hala
oradalardı. Yerdeki kırmızı halı kale odalarının önünden
geçip, merdivenlerde son buluyordu. Odalardan birinde çalışmakta
olan bilim insanına selam verip merdivenlere doğru yürüdüm. Bu
bilim insanlarına ihtiyacım vardı. Onlar bu alemi nasıl daha iyi
bir şekle sokacağım konusunda bana yardımcı oluyordu.
Merdivenler
dimdik bir şekilde benim odama, oradan da eşsiz manzaralı
balkonuma götürdü beni. Odam her zamanki gibi dağınıktı. Kale
muhafızını burada görünce şaşırdım ve durdum.
"Ne
işin var burada asker? Önemli bir haber mi var?"
Kale
muhafızı genç bir adamdı. Kaslı vücudunu saran bir zırhı,
elinde tuttuğu mızrak ve kalkanı vardı. Tam bir muhafız gibiydi.
Ayrıca suratındaki yara izleri onun çok büyük savaşlardan kalma
hatıralarıydı.
"Majesteleri,
ejderhalar sorun çıkarıyor efendim. Onlara verdiğimiz ganimetleri
yetersiz buluyor ve cücelere saldırıyorlar. Bugün bize çok fazla
cüce şikayette bulunmak için geldi ve bazıları yara bere
içindeydi. Onlar aşağıda tedavi odasına alındılar efendim."
Bir
süre düşünmeye zaman ayırdım. Burada bol bol zamanım vardı
nede olsa.
"Onlarla
daha önceden konuşmuştum. Bu diyarlar bana ait ve ben huzur
istiyorum. Problem çıkaran ejderhaları son kez uyarın ve onlara
eğer ölmek istemiyorlarsa sorun çıkarmayı kesmelerini söyleyin."
"Majesteleri
dileğiniz yerine getirilecektir."
Adamın
yanından yürüdüm ve balkona çıktım. Manzarayı seyretmeye
başladım. Ne manzara ama! İnsanların yaşadığı şehri
görüyordum. Orayı ziyaret etmeyeli çok olmuştu. Cüceler vardı.
Onların çoğunu göremiyordum çünkü yerin altındalardı.
Bazıları ise yerin üzerinde ufak bir kasabada yaşıyordu. Oradan
yükselen duman karanlığa rağmen görülebiliyordu. Biraz ileride
elfler görülebiliyordu. En güzel şehir onlarındı. Sorun
çıkarmayan tek topluluk da onlardı nedense. Sol tarafımda kalan
sıralı dağlar vardı. Ulu tepeler deniyordu oraya. Ejderhaların
yuvası.
Bu
kadarı yeterliydi. Şimdi geri dönmem gerekiyordu çünkü gerçek
hayattaki ben, tuvaletim geldiği konusunda beni uyarıyordu. Gerekli
büyüyü söyledim ve kapıya geri döndüm. Orada ufak yaratığa
selam verdikten sonra odama açılan kapıya geldim ve girdim.
Yatakta
gözlerimi kırpıştırdım. Çok uzun zaman geçmiş gibi değildi.
Halsizce kalktım ve kapıya gittim. Kapının kilidini açtım ve
koridora girdim. Ortalık sessiz gibiydi. Kimseye çaktırmadan odama
dönebilirsem bir rekor olacaktı bu benim için. Yaklaşık 5 gündür
tuvalete giderken kimseye fark edilmemiştim ve edilmek de
istemiyordum. Ama daha iki adım atamadan arkadaki odadan gelen
hışırtıyla yerimde mıhlandım.
"Nereye
böyle Mert hazretleri? Odanızdan çıkmaya niye zahmet ettiniz
acaba? Ben sizi alıp getirebilirdim.”
Aklıma
gelen ilk şeyi söyleme huyum vardır. Sadece kimseyle
konuşmadığımdan fazla dikkat edilmez.
"Çişim
geldi."
Annemin
suratındaki sinir damarlarını görebiliyordum. Beni sevmiyor,
benim belki de hiç doğmamış olmam gerektiğini düşünüyordu.
Ben de ona hiç yardımcı olmuyordum doğrusu. Kitapların çoğunda
gördüğüm kötü anneler gibi değildi ama annem. En azından bana
vurmuyordu. Henüz.
"Tuvaletini
yaptıktan sonra salona geçiyorsun beyefendi. Seni bekleyen biri var
içeride."
Kim
olabileceği üzerinde kafa yorarken bir yandan da tuvalete doğru
koşturdum. Kapıyı kapadım. İşimi hallettikten sonra salona
doğru yürüdüm ve kapıdan baktığımda gördüğüm şey hiç mi
hiç hoşuma gitmedi.